Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Ocak 2014 Pazartesi

RAKI BARDAĞINDAKİ BALIK

 Özlüyorum. Yalnızca seni değil, daha birçok şeyi. Eşyaları, küçük mutfağı, bulaşık makinesinin üzerindeki ocakta pişen yemeklerin kokusunu, tüten buharı, sevmediğim kahverengi çizgili boğazlı kazağını bile özlüyorum.
     Her kavgadan sonra ağlayarak bana koşup göğsüme yaslanmanı ve öpüşmelerimizi hatırlıyorum. Gözlerim doluyor ama ağlamıyorum.
     Düşlerde bir aşk yaşadım ve kâbuslarda bitirdik onu beraberce. O kadar ağladım ki, şimdi bir damla bile akmıyor göz yaşlarım. Oysa utanmıyorum ağlamaktan. Kim demişse erkekler ağlamaz diye, halt etmiş. Aksa eğer yaşlar gözümden, salya sümük ağlayacağım. Yanlış anlama özlediğim için, yoksa sevmiyorum artık seni!
     Denizin maviliği beni kendine çekiyor. Martılar teknelerin, vapurların üzerinde dolanıyorlar. Lodos var. Biraz sertçe esiyor. Neye, kime baksam hep sana benziyor, ama bu seni hâlâ sevdiğimi göstermez.
     Tesadüfen bulduğum bu balıkçı evi görünümlü meyhanede, deniz kenarına en yakın masaya ilişiyorum çünkü üşüyorum. Balıkçı ağları ile süslenmiş her yer. Az ilerde kime ait olduğu belirsiz tarihi mezar meyhaneyle zıtlık içersinde. Nedense şair Eşref’i düşündürdü bana o taşı olmayan mezar.
     “Kabrimi kimse ziyaret etmesin. Allah için gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı. Gözlerim ebnayı Adem ol rütbe yıldı kim. İstemem ben fatiha tek çalmasınlar mezar taşımı.”

     Hoş geldiniz beyim!
     Kafamı çeviriyorum sese doğru. Yaşlıca, babacan bir adam gülümsüyor bana.
     Nedense ona içim ısınıyor. “Rakı” diyorum. Aslında pek rakı içmem ama şimdi istiyorum. Sipariş bekliyor.
     Kızarmış ekmek ve tereyağı da istiyorum. Bir de sarımsaklı ne varsa…
     Bunları yiyecek durumda değilim ama, sanki söylemesem adam kırılacak bana. Eminim. Tekrar denize dönüyorum yüzümü. Meyhaneden gelen müzik sesi eskilerden. Taş plağa benziyor. Bu kasvetli güne pek yakışıyor doğrusu.
     Ayrıldığımız gün de böyle griydi. Soğuktu. Birlikteydik ama yalnızdık. Arkamızı döndük birbirimize, sanki o güzel anları paylaşmamış, hiçbir şey yaşamamış gibiydik.
     Meyhaneci, rakı ve mezeleri bırakınca masama nerede olduğumu hatırladım, oysa ben hâlâ ayrıldığımız yerde, büyük çınarın dibindeyim. Saat 18.30’u gösteriyordu. Şimdi saat 16.00. Ben çınarın altında değil bir meyhanedeyim ama yine de seni düşünüyorum.
     “Şiir yazıyorum, şiir yazıp eskiler alıyorum. Eskiler verip musikiler alıyorum. Bir de rakı şişesinde balık olsam.”
     Baka kalıyorum adamın suratına. Yanımdaki sandalyeye ilişiyor babacan meyhaneci. Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi. Onun da elinde bir kadeh.
     “Baba, ne güzel bir dörtlük.”
     “Orhan Veli’den. Kumkapı’da Yorgi’nin meyhanesinde içerdi. Orayı ve servisini çok severdi.
     Gözleri dolu dolu, hep gülümseyen bu adamı sorularımla deşmedim. Sessizce içtik. Arada bir iki laf ediyordu ama boş konuşmuyordu.
     “Boşaltırım yine kallaviyi tevekkülüme… Cevap olur bu kadehler müşkülüme…”
     “Bu kimden?”
     “Neyzen Teyfik’ten. Burada içerdi rahmetli.”
     “Ya…”
     “Yaa! Şimdi ne o eski beyler kaldı, ne de muhabbetler. Aşk bile ayağa düştü.”
     Yüzüme bakmıyordu, gözleri kadehine takılmış öyle konuşuyordu.
     “Ah, ah; bizim zamanımızda ne aşklar vardı… Öyle ayaklar altında çiğnetmezdik aşkımızı. Ölümüne severdik, gerekirse mahpus yatardık. Şimdi öyle mi? İncir çekirdeği lafı bile eskidi. Şimdi kıçı sıkıya gelmeyince ayrılalım, boşanalım. Eşyalar bende, çocuklar sende! Ohh ne kolay. Sevmek yürek işi. Seven çok, ama yürek yok. Yazık, çok yazık.”
     Bir damla yaş süzüldü güleç yanaklarından. Utandım.
     “Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
     Bir öküz de altındaymış yerin.
      Sen asıl iki öküz arasında
     Tepişmesine bak şu eşeklerin!”
     “Neyzen’den mi?”
     “Ömer Hayyam’dan.”
     Bardağı masaya bırakıp delik, yırtık bir balık ağını onarmaya başladı.
     “Baba, sayende biraz kafam dağıldı. Hele hafızan, bilgin… Hayran kaldım. Senden öğreneceğim çok şey var.”
     “Leyla isteyen kişi Mecnun olmalı;
     Kendinden de, dünyasından da geçmeli.
     Sevenlerin sofrasına çağırılınca
     Ben körüm, ben dilsizim demeli.”
     Karşımdaki bir hazine vardı. Onu günlerce dinlesem bıkmayacağımı biliyordum. Böyle insanlar artık neredeyse bulunmuyordu. Eskiden böyle insanlar usta olur, bilgilerini çömezlere öğretirlermiş. Rahmetli dedem anlatırdı.
     “Dedim: artık bilgiden yana eksiğim yok;
     Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
     Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
     Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.”
     Bir daha da konuşmadı, kalktı masadan. Ben de kalktım az sonra.
     Hesap ödemek için meyhaneye yöneldim. Adamı göremedim. Müzik de çalmıyordu artık. Yaklaşınca daha eski göründü meyhane. Açmak için yüklenince senelerin yüküyle gıcırdadı ahşap kapı. Ne adam, ne de meyhane vardı ortada. Geri dönüp masama baktım. Ne kadeh vardı, ne tabak. Orhan Veli, Neyzen Teyfik ve Ömer Hayyam yoktu. Sen de yoktun. Deniz o kadar soğuk ki!  
Faruk AKATÜRK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder