Karımı öldürmeyi aklımdan geçireli tam üç sene olmuştu. Demek ki evleneli de üç sene olmuş. Nedense hâlâ düşünüyordum. Ben düşünmekten yorulmuştum, o bu fikri kafamdan silmemek için gösterdiği çabalardan yorulmamıştı. Eh inkar da etmemek lazım, esaslı yemek yapar. Çamaşırsız da bırakmaz beni ama...
Kafam öyle dolu ve öyle yalnızım ki… Derdimi anlatabileceğim kimse de yok. Yokum sanki. Varlığım bile ağır geliyor bana. Gözlerde hiç olmaktansa, gerçekten hiç olmak isterdim.
“Ne olmuş yani? Ben bugün de bir hiçim!”
“Kimsin sen? Beynimdeki bu ses…”
“Ben Tevfik. Neyzen Tevfik.”
“Ne işin var beynimin içinde Üstad?”
“Ne demek, ne işin var? Yalnızım diyen sen değil miydin? İstemiyorsan defolur giderim ulan!”
“Kızmayın Üstad, olur mu öyle şey? Siz, kafamın içinde… İnanamadım da.”
“Ben sizlerin üstadı değil miyim?”
“Bizim mi?”
“Sen de tanışmadın mı, ucundan kenarından neyle?”
“Daha yeni tanıştık kendisiyle, çok nazlı kendileri.”
“Ney denen dostu çok seversen, o sana eş de olur, arkadaş da. Kimine ışık, kimine Mevlâna. Nerede biri ney çalıyorsa bil ki o sese âşık olan yaralıdır. Çıkan her pest ses, çalan neyzenin bağrındaki aşkı anlatır. Senin ney üflemen de yaralı, belli ki âşıksın. Hep pest üflüyorsun.”
“Ama üstadım, daha bir eser bile üfleyemedim. Bir taksim olsun geçemedim.”
“Ney’de esas, üflemektedir. Düz ve temiz bir ses çıkarıp ona hâkim olmaktır. Gerisi aşk işidir. Neyse, hiç olduğun için sakın üzülme. Hiç olmak, bir bok olmamaktan daha iyidir.”
“Hocam, Azab-ı Mukaddes isimli eserinizi okudum. Çok küfrediyorsunuz. Neden acaba?”
“Azizim, sövmek müsekkin-i âsaptır. Binaenaleyh, herkes için meşrũ bir haktır. Ben, bu hususta hiçbir hudut tanımam. Sevme hürriyeti olduğu gibi, sövme müsavatı da olmalı. Herkes, bikader-i imkân sövebilmelidir. Ne gülüyorsun yahu?”
“Yanlış anlamayın Üstadım. Diliniz, tarzınız biraz eski ve anlaşılmaz.”
“Hadi oradan, benim dilim hiçliğin dilidir. Yani ben böyleyim ve böyle de konuşacağım.”
“Üstadım, üzgünüm ama felsefenizi anlamak benim için kolay değil.”
“Felsefemdir kitâb-ı imânım, taparım ben kendi ruhumun sesine. Secde eyler hakikatim her an, kalbimin âteş-i mukaddesine.”
“Bana sorunlarımı unutturdunuz Üstad. Daha önce nerelerdeydiniz?”
“Daha önce ney üflemiyordun ki. Eşeklik sende.”
“Aman Hocam…”
“Küfür, lisânın tuzu, biberidir! Ha, bu arada herkes sana bakıyor. Kendi kendine konuştuğun için deli olduğunu düşünüyor millet.”
Gülüyordu bana. Öyle şaşırmıştım ki, bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Meyhanedeydim. Yağlı koyun peyniri hâlâ ağzımdaydı. Daha otuz beşlik votkanın yarısındaydım. Gerçekten de insanlar bana bakıyorlardı.
“Üstad...?” Beynimin içinden bir cevap gelmedi sadece yankılandı kendi düşüncem. Ya halüsilasyonlar görmeye, duymaya başladım, ya da sarhoş oldum. Ama, ben onunla konuştum eminim.
Votka bardağını kafama diktim, yarasın koçuma. Hop bir çatal peynir ağza, bir yudum da vişne soda üstüne, ohhh.
“Ateş var mı acaba?”
Sıçrıyorum sesle. Aranıyorum ama kimse yok.
“Hop, kime diyorum ben kız?”
Yine beynimden mi geliyor o ses?
“Şişt, kız baksana ayol. Ateşin var mı?”
Yan masadaki kadınmış seslenen. Deliriyorum sanmıştım. Kadın da çok güzel, ama aşırı ağır makyajına rağmen ne kadar düzgün hatları var. Gözümü ondan alamıyorum desem yeridir. İnceliyorum onu, açık yaka bluzundan iri ve beyaz göğüslerinin çatalı gözüküyor. Mini eteği güzel düzgün bacaklarını saklamıyor. Elleri çok düzgün ve ince. Uzun kara saçları çağlayan gibi fışkırmış, beline uzanıyor. Valla çok güzel ya. Kadın gibi kadın.
“Ne bakıyon kız? Ateş dedim, sigaramı yakıcan mı?”
Kekeledim;
“Sigara içmiyorum ben”
“Sigara içmiyorsun ama, votkayı fondipliyosun kız”
Gülümsedim. Cilveli konuşması ve gülümsemesi sıcaktı, çok hoşuma gitmişti. Yanındaki adam bu konuşmadan memnun olmuş gözükmüyordu. Bakışları düşmanca hatta tehditkârdı. Kadını kolundan sertçe çekti. Kadın korkmuştu sanırım, bir daha olduğum tarafa dönmedi. Nedense yıkılmıştım ve acı çekiyordum. Şişenin dibini bardağa boca ettim. Çaktırmadan yan masaya da bakıyordum. Sertçe bir tartışma vardı. Adam ikide bir elindeki cep telefonunu vuracakmış gibi kaldırıyordu. Korkuyordu o da, darbe gelecek diye. Kahretsin, ya eve gidince kadını döverse?
Masadan kalktılar, gidiyorlar. Bakacak eminim, gülecek bana. Çaktırmayacak. Lanet olsun bakmadı. Öyle ya, ben kimim onun için, bir hiç. Koca bir hiç...
Garsonu çağırıyorum hesap için. Bıyıkları seyrek, köse garson sırıtarak geliyor. Bahşiş beklediği belli, ama havasını alır. Sırıtınca ortaya çıkan kirli, sarımtırak dişleri meydanda. Hesabı masaya bırakıyor. Hesaptaki kadar parayı çıkarınca, garson bahşiş bırakmayacağımı anlayıp telaşlanıyor ve bana ikiye katlanmış bir kağıt uzatırken yine sırıtıyor. Kağıdı açıp bakıyorum bir telefon numarası var. Garsona bakıyorum anlamaz gözlerle.
“Ne bu?”
Kuşkulanıyorum. “Garson beni gözüne mi kestirdi ne?” diye düşünüyorum.
Garson; “Şu biraz önce masadan kalkan kadın bıraktı abi. Sana vermemi söyledi.”
Neşem yerine gelmişti şimdi. Garson, hesabı almış bahşişi bekliyordu. Ona gülümsedim, ama yine de bahşişini vermedim.
Keyfim o kadar yerindeydi ki hafif çiseleyen yağmura rağmen yürümek, şarkı söylemek ve ney üflemek istiyordum. “Eve gitmek istemiyorum. Karımı öldürmek istiyorum.”
Hava bozuk, yağmur çiseliyor. Gökyüzü gri ve siyah tonlarla sarılmış, âdeta sevişiyor. Yerlerde yağmur suları rüzgârla birlikle savruluyorlar. Ben evin önündeyim, ama bahçeden geçip geçmeme konusunda kararsızım. Hâlâ geri dönme şansım var. Üşüyorum ya.
Zili çalsam, karım kapıyı açınca bir saat nerede olduğumla ilgili soru soracak. Yalandan kıskançlık krizlerine girecek. Hiç sevmedik ki birbirimizi. Sevmeden evlendik. Ailelerimizi mutlu ettik sadece. Allah’tan hiç çocuğumuz olmadı. Karım, her zaman gençliğinde yapmış olduğu halter sporunun avantajlarını bana karşı kullandı. Her gece kısa saçlı, vücudu kaslı, ağdasız bir kadınla yatmak. Sevişirken bir erkekle sevişiyormuş gibi hissetmek. Onu öldürmek istiyorum. En sert tartışmalarımızın sonunu, çatalı parmaklarının arasında ikiye katlayarak bağlayan bir kadından nasıl kurtulabilirim?
Anahtarımla açıyorum kapıyı. Tedirginim. Meyhanedeki kadını düşünüyorum hep. Onu aramak istiyorum. İçerden gelen kahkaha sesi ile sıçrıyorum. Sanki bir erkek gülmesi bu. İnanamıyorum. Başıma bu da mı gelecekti? Karım beni aldatıyor mu? Birbirimizi sevmesek bile ve ben daha onu bir kez aldatmamışken...
Boşluk, sadece boşluk veya hiçlik... Şaşkınlık, kara mizah bu. Kapı eşiğinden geri adım atarken cep telefonumu çıkarıyorum, kendimden eminim artık. Kâğıda yazılı numarayı çeviriyorum. Çalıyor. Evet, sonunda seni öldürdüm sevgili karım. Öyle huzurlu ve mutluyum ki şu an.
“Üstad…?”
“Alo, buyur kız. Kim o? Ne üstadı?”
Gülümsüyorum, o kadar saf ve temiz ki sesi.
“Benim. Meyhanedeki adam.”
Bir iç geçmesi sesi duyuyorum karşıdan;
“Götür kız beni buralardan. Neden bilmem seni çok sevdim. Sen iyisin, yanlış adam değilsin kız.”
“Tamam, yine orada buluşalım ve hiçliğe doğru gidelim.”
Arkamı dönüp çıkıyorum oradan. Boğuluyorum sanki. Kavgalarıyla, hesaplaşmalarıyla, geçmişimi eşikte bırakıp meyhaneye doğru yürüyorum. Kapının önünde beni bekliyor. Esen rüzgâra karşı, el ele giderken attığım her adımda şimdi daha huzurlu hissediyorum kendimi. Ben, kadınım ve neyim... Nereye mi? Hiçliğe, sadece hiçliğe...
Neyzen Tevfik, benimle son kez konuşuyor; “Sana ne demiştim hatırlıyor musun? Neyde esas, üflemektir. Düz ve temiz bir ses çıkarıp ona hâkim olmaktır, gerisi aşk işidir. Sen şimdi bunu başardın. Hesaplaşmaları geride bıraktın. Hiçlik boyutuna geçtin. Benden de mezun oldun. Uğurlar ola…”
ANKARA / 2003
Kafam öyle dolu ve öyle yalnızım ki… Derdimi anlatabileceğim kimse de yok. Yokum sanki. Varlığım bile ağır geliyor bana. Gözlerde hiç olmaktansa, gerçekten hiç olmak isterdim.
“Ne olmuş yani? Ben bugün de bir hiçim!”
“Kimsin sen? Beynimdeki bu ses…”
“Ben Tevfik. Neyzen Tevfik.”
“Ne işin var beynimin içinde Üstad?”
“Ne demek, ne işin var? Yalnızım diyen sen değil miydin? İstemiyorsan defolur giderim ulan!”
“Kızmayın Üstad, olur mu öyle şey? Siz, kafamın içinde… İnanamadım da.”
“Ben sizlerin üstadı değil miyim?”
“Bizim mi?”
“Sen de tanışmadın mı, ucundan kenarından neyle?”
“Daha yeni tanıştık kendisiyle, çok nazlı kendileri.”
“Ney denen dostu çok seversen, o sana eş de olur, arkadaş da. Kimine ışık, kimine Mevlâna. Nerede biri ney çalıyorsa bil ki o sese âşık olan yaralıdır. Çıkan her pest ses, çalan neyzenin bağrındaki aşkı anlatır. Senin ney üflemen de yaralı, belli ki âşıksın. Hep pest üflüyorsun.”
“Ama üstadım, daha bir eser bile üfleyemedim. Bir taksim olsun geçemedim.”
“Ney’de esas, üflemektedir. Düz ve temiz bir ses çıkarıp ona hâkim olmaktır. Gerisi aşk işidir. Neyse, hiç olduğun için sakın üzülme. Hiç olmak, bir bok olmamaktan daha iyidir.”
“Hocam, Azab-ı Mukaddes isimli eserinizi okudum. Çok küfrediyorsunuz. Neden acaba?”
“Azizim, sövmek müsekkin-i âsaptır. Binaenaleyh, herkes için meşrũ bir haktır. Ben, bu hususta hiçbir hudut tanımam. Sevme hürriyeti olduğu gibi, sövme müsavatı da olmalı. Herkes, bikader-i imkân sövebilmelidir. Ne gülüyorsun yahu?”
“Yanlış anlamayın Üstadım. Diliniz, tarzınız biraz eski ve anlaşılmaz.”
“Hadi oradan, benim dilim hiçliğin dilidir. Yani ben böyleyim ve böyle de konuşacağım.”
“Üstadım, üzgünüm ama felsefenizi anlamak benim için kolay değil.”
“Felsefemdir kitâb-ı imânım, taparım ben kendi ruhumun sesine. Secde eyler hakikatim her an, kalbimin âteş-i mukaddesine.”
“Bana sorunlarımı unutturdunuz Üstad. Daha önce nerelerdeydiniz?”
“Daha önce ney üflemiyordun ki. Eşeklik sende.”
“Aman Hocam…”
“Küfür, lisânın tuzu, biberidir! Ha, bu arada herkes sana bakıyor. Kendi kendine konuştuğun için deli olduğunu düşünüyor millet.”
Gülüyordu bana. Öyle şaşırmıştım ki, bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Meyhanedeydim. Yağlı koyun peyniri hâlâ ağzımdaydı. Daha otuz beşlik votkanın yarısındaydım. Gerçekten de insanlar bana bakıyorlardı.
“Üstad...?” Beynimin içinden bir cevap gelmedi sadece yankılandı kendi düşüncem. Ya halüsilasyonlar görmeye, duymaya başladım, ya da sarhoş oldum. Ama, ben onunla konuştum eminim.
Votka bardağını kafama diktim, yarasın koçuma. Hop bir çatal peynir ağza, bir yudum da vişne soda üstüne, ohhh.
“Ateş var mı acaba?”
Sıçrıyorum sesle. Aranıyorum ama kimse yok.
“Hop, kime diyorum ben kız?”
Yine beynimden mi geliyor o ses?
“Şişt, kız baksana ayol. Ateşin var mı?”
Yan masadaki kadınmış seslenen. Deliriyorum sanmıştım. Kadın da çok güzel, ama aşırı ağır makyajına rağmen ne kadar düzgün hatları var. Gözümü ondan alamıyorum desem yeridir. İnceliyorum onu, açık yaka bluzundan iri ve beyaz göğüslerinin çatalı gözüküyor. Mini eteği güzel düzgün bacaklarını saklamıyor. Elleri çok düzgün ve ince. Uzun kara saçları çağlayan gibi fışkırmış, beline uzanıyor. Valla çok güzel ya. Kadın gibi kadın.
“Ne bakıyon kız? Ateş dedim, sigaramı yakıcan mı?”
Kekeledim;
“Sigara içmiyorum ben”
“Sigara içmiyorsun ama, votkayı fondipliyosun kız”
Gülümsedim. Cilveli konuşması ve gülümsemesi sıcaktı, çok hoşuma gitmişti. Yanındaki adam bu konuşmadan memnun olmuş gözükmüyordu. Bakışları düşmanca hatta tehditkârdı. Kadını kolundan sertçe çekti. Kadın korkmuştu sanırım, bir daha olduğum tarafa dönmedi. Nedense yıkılmıştım ve acı çekiyordum. Şişenin dibini bardağa boca ettim. Çaktırmadan yan masaya da bakıyordum. Sertçe bir tartışma vardı. Adam ikide bir elindeki cep telefonunu vuracakmış gibi kaldırıyordu. Korkuyordu o da, darbe gelecek diye. Kahretsin, ya eve gidince kadını döverse?
Masadan kalktılar, gidiyorlar. Bakacak eminim, gülecek bana. Çaktırmayacak. Lanet olsun bakmadı. Öyle ya, ben kimim onun için, bir hiç. Koca bir hiç...
Garsonu çağırıyorum hesap için. Bıyıkları seyrek, köse garson sırıtarak geliyor. Bahşiş beklediği belli, ama havasını alır. Sırıtınca ortaya çıkan kirli, sarımtırak dişleri meydanda. Hesabı masaya bırakıyor. Hesaptaki kadar parayı çıkarınca, garson bahşiş bırakmayacağımı anlayıp telaşlanıyor ve bana ikiye katlanmış bir kağıt uzatırken yine sırıtıyor. Kağıdı açıp bakıyorum bir telefon numarası var. Garsona bakıyorum anlamaz gözlerle.
“Ne bu?”
Kuşkulanıyorum. “Garson beni gözüne mi kestirdi ne?” diye düşünüyorum.
Garson; “Şu biraz önce masadan kalkan kadın bıraktı abi. Sana vermemi söyledi.”
Neşem yerine gelmişti şimdi. Garson, hesabı almış bahşişi bekliyordu. Ona gülümsedim, ama yine de bahşişini vermedim.
Keyfim o kadar yerindeydi ki hafif çiseleyen yağmura rağmen yürümek, şarkı söylemek ve ney üflemek istiyordum. “Eve gitmek istemiyorum. Karımı öldürmek istiyorum.”
Hava bozuk, yağmur çiseliyor. Gökyüzü gri ve siyah tonlarla sarılmış, âdeta sevişiyor. Yerlerde yağmur suları rüzgârla birlikle savruluyorlar. Ben evin önündeyim, ama bahçeden geçip geçmeme konusunda kararsızım. Hâlâ geri dönme şansım var. Üşüyorum ya.
Zili çalsam, karım kapıyı açınca bir saat nerede olduğumla ilgili soru soracak. Yalandan kıskançlık krizlerine girecek. Hiç sevmedik ki birbirimizi. Sevmeden evlendik. Ailelerimizi mutlu ettik sadece. Allah’tan hiç çocuğumuz olmadı. Karım, her zaman gençliğinde yapmış olduğu halter sporunun avantajlarını bana karşı kullandı. Her gece kısa saçlı, vücudu kaslı, ağdasız bir kadınla yatmak. Sevişirken bir erkekle sevişiyormuş gibi hissetmek. Onu öldürmek istiyorum. En sert tartışmalarımızın sonunu, çatalı parmaklarının arasında ikiye katlayarak bağlayan bir kadından nasıl kurtulabilirim?
Anahtarımla açıyorum kapıyı. Tedirginim. Meyhanedeki kadını düşünüyorum hep. Onu aramak istiyorum. İçerden gelen kahkaha sesi ile sıçrıyorum. Sanki bir erkek gülmesi bu. İnanamıyorum. Başıma bu da mı gelecekti? Karım beni aldatıyor mu? Birbirimizi sevmesek bile ve ben daha onu bir kez aldatmamışken...
Boşluk, sadece boşluk veya hiçlik... Şaşkınlık, kara mizah bu. Kapı eşiğinden geri adım atarken cep telefonumu çıkarıyorum, kendimden eminim artık. Kâğıda yazılı numarayı çeviriyorum. Çalıyor. Evet, sonunda seni öldürdüm sevgili karım. Öyle huzurlu ve mutluyum ki şu an.
“Üstad…?”
“Alo, buyur kız. Kim o? Ne üstadı?”
Gülümsüyorum, o kadar saf ve temiz ki sesi.
“Benim. Meyhanedeki adam.”
Bir iç geçmesi sesi duyuyorum karşıdan;
“Götür kız beni buralardan. Neden bilmem seni çok sevdim. Sen iyisin, yanlış adam değilsin kız.”
“Tamam, yine orada buluşalım ve hiçliğe doğru gidelim.”
Arkamı dönüp çıkıyorum oradan. Boğuluyorum sanki. Kavgalarıyla, hesaplaşmalarıyla, geçmişimi eşikte bırakıp meyhaneye doğru yürüyorum. Kapının önünde beni bekliyor. Esen rüzgâra karşı, el ele giderken attığım her adımda şimdi daha huzurlu hissediyorum kendimi. Ben, kadınım ve neyim... Nereye mi? Hiçliğe, sadece hiçliğe...
Neyzen Tevfik, benimle son kez konuşuyor; “Sana ne demiştim hatırlıyor musun? Neyde esas, üflemektir. Düz ve temiz bir ses çıkarıp ona hâkim olmaktır, gerisi aşk işidir. Sen şimdi bunu başardın. Hesaplaşmaları geride bıraktın. Hiçlik boyutuna geçtin. Benden de mezun oldun. Uğurlar ola…”
ANKARA / 2003
Faruk AKATÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder