Sergiyi gezerken gördüm onu. Göz göze geldik. Gülümsedi. Ben de karşılık verdim ona. Yine de gözlerimi duvarda asılı ebrulardan alamadım. Herbirinin bir eşi daha yoktu. Boyalar sanki dans ediyordu. Esrarengiz ve aşk yüklüydü hepsi.
Şık örtülü bir masanın ardında ayakta duruyordu. Masanın üzerinde ebrulu kartlar vardı. Sergiyi gezenlerden bazıları onunla konuşuyor, tebrik ediyorlardı. Sergideki muhteşem ebruları yapan o olmalıydı. Konuşmak istedim ama nedense utandım, çekindim. Sanırım bu durumu da bilmesini istemedim. Gezenlerle birlikte ona yaklaşıyordum. Allahım gözleri ne kadar ebruli? Muhteşem!
Atmosfer beni sürüklüyor, düşlerde geziniyorum. Bir sahil kasabasında sahilde onunla el ele dolaşıyorum. Portakal, muz ve limon ağaçlarını görüyorum. Balıkçı tekneleri ve balıkçı kahveleri...
“İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez:
Bunlar için didinmene bir şey denmez.
Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış,
Bu güzelim ömrünü satmaya değmez.”
“Efendim?”
İrkiliyorum. Ses sanki bir çağlayan gibi ruhumun derinliğine akıyor. Ona bakarken dalmışım meğer. Yanına kadar sokulduğumun farkında bile değilim. “Ömer Hayyam’dan” diyorum şaşkın. Neden bu dörtlüğü söylediğimi de bilmiyorum. Bu ebruların satılmasını istemiyorum. İşte biri daha satın aldı.
“Bende çok severim Ömer Hayyam’ı”
Büyü bozuldu işte. Benimle konuşuyor, bana gülümsüyor. Sesi hâlâ su gibi.
“Ebrularımı beğendiniz mi?”
“Hayran oldum. Her biri şiir sanki. Her birinde aşk var.”
Kırk yıllık sanat uzmanı gibi fikir yürütüyorum. Yüzümün kızardığını hissediyorum. Ama o bana öyle güzel gülümsüyor ki...
“Hayyam’dan aşkla ilgili bir dörtlüğünü biliyorsanız okur musunuz?”
“Bir kalb ki onun sevmesi, aldanması yok.
Tutkunluğu yok, bir güzele yanması yok.
Bin kez yazık olsun sevgisiz bir yüreğe,
Aşksız geçecek günlerin faydası yok”
“Harika! Ne güzel okuyorsunuz!” Çocuksu bir sevinç içersinde.
“Beğendiğinize sevindim.” Elini uzatıyor bana doğru.
“Ben Şahika.” (İsmi de kendi kadar güzel.)
“Servet.” Tokalaşıyoruz. Eli yumuşacık, sıcak. Parmakları ince, tırnakları bakımlı. “Memnun oldum.” İkimiz de aynı anda söylüyoruz. Gülüşüyoruz. İlgisini bana çevirmiş, başkalarıyla sadece selamlaşıyor. Masadaki kartlardan birini alıp içine bir şeyler karalıyor. Görmüyorum ne yazdığını. Kartı uzatıyor. Tekrar birbirimize gülümseyip tokalaşıyoruz ve ben kapıya yöneliyorum. Arkamdan baktığına yemin edebilirim ama ben dönüp bakmıyorum. Sergiden çıkınca kartı açıp ne yazdığını okuyorum. İçim kıpır kıpır. Şöyle yazıyor;
“Amacın sevmek, umudun sevilmek,
Dileğin dürüstlük, huzurun ebedi olsun.
Gönlün neyin özlemiyle doluysa,
Yarınlar sana onu getirsin.”
Güzel yazmış ama, ben bunu daha önce okumuştum bir yerlerde. En alta da telefonunu yazmış. Yaşasın.
Arıyorum telefonunu. Sergiden tam iki gün sonra, ancak cesaretimi topluyorum. Adını bile zor söyleyebileceğim bir yere davet ediyor beni. Huzursuz oluyorum. Bilmediğim, alışık olmadığım bir yere benziyor. Yine de “peki” diyorum ona.
Restorana girince dışarıdaki bahçenin modernliği ile zıt bir görüntü göze çarpıyor. Salona ağır bir hava hakim. Ama kumaşlar ve ipek perdeler özenle seçilmiş. Ahşap masalar ve sandalyeler antik döşenmiş. Avizeler kristalden. Yer minderleri ve nargileler bir şark köşesi anımsatıyor. Boş bir tek masa yok. Bana boğucu geliyor. Kokoreççinin nesi varmış ki? Papyonlu bir garson bana masayı gösteriyor. Zaman duruyor sanki. Şahika, kıyafetiyle, yapılı saçıyla sanki Osmanlı hareminden çıkmış da gelmiş. Papyonlu kibar garson tepemizde, sipariş bekliyor. Mönüleri inceliyoruz. Ben hiçbir şey anlamıyorum. O siparişini veriyor.
“Ben başlangıç olarak, somon rulo, carpaccio, zeytinyağlı enginar, Sezar salata, ördek ciğeri…”
Ağzım açık bakıyorum, hangi dilde konuştuğunu pek anlayamadım. Devam ediyor;
“Ana yemekte ise tornedo bardelaise ve kuzu sırtı. Tatlı olarakta çikolatalı sufle, panna cotta.\"
Hâlâ bakıyorum, şaşkınım. Korkuyorum. Alışık değilim böyle yerlere ve yemeklere. Çeyrek ekmek arası yerdik bir kokoreç. En azından ne yediğimizi bilirdik. Gülümsedi Şahika, en güzel gülüşüyle. Korkumu anlamıştı sanki.
“Merak etme, ikimize sipariş verdim.”
“Alışık olmalısın böyle yerlere.”
“Evet yabancısı değilim böyle yerlerin. Babam Fransa büyükelçisiydi.”
Demek koskoca bir büyükelçinin kızıyla baş başa yemek yiyecektim, vay be! Garson;
“Şarap?”
Büyükelçinin güzel kızı Şahika onu da seçti, ikimiz için.
“Bak, bugün ben de hazırlıklı geldim. Dinle…”
Başka bir şey görmüyor, duymuyordum ki zaten.
“Tanrım bir geçim kapısı açıver bana;
Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni
Haberim olmasın gelen dertten başıma.”
Durmuş, benden takdir bekliyordu. Bense ebruli gözlerinde hapis bakıyordum. İç geçirmişim.
“Ee, nasıl buldun? Hayyam’dan bu da.”
“Ben âşık-ı biçareyim
Baştan ayağa yâreyim
Ben bir deli divâneyim
Aklım da yar olmaz bana
Kimseler bilmez hâlimi
Aşk odu yaktı canımı
Seçmesem soldan sağımı
Namus u ar olmaz bana...”
“Allahım, Hayyam”ı ne güzel okuyorsun?”
“Hayyam değil, Yunus Emre!”
Elimi tuttu. Aşık oldum ama söyleyemiyorum. Havada çok güzel bir elektrik var. Bitmesini istemediğim saatler bu anlar. Sadece bakışlar, tensel ve tinsel temas. Yemekler geliyor. Mum ışığı ve şarap. Ama ben içmiyorum, zaten sarhoşum; bir de beynimi uyuşturup anları kaçırmak istemiyorum.
Yemekten sonra kahvelerimizi yudumlarken yine elimi tutuyor.
“Evime gelir misin?” O kadar içten soruyor ki, nasıl hayır diyebilirim bilmiyorum…
Evi beklediğimin aksine öyle sade ve mütevazi ki. Duvarlarda değişik hatlar ve ebrular var. Antika eşyalar da değişik bir hava vermiş ortama. Loş bir aydınlatma var ve hoş bir müzik bizi sarıyor. Ud, Kemençe ve Ney en güzel taksimlerini geçiyorlar. Odasının birini atölye yapmış. Muhteşem ebrularını burada yapıyor. Değişik metal tekneler, boyalar ve kitreler. Gül dalına sarılmış at kılı fırçalar. Bir ustadan aldığı icazet belgesini duvara asmış. Kurumaya bırakılmış ebrulu kağıtlar ve hazır bekleyen başkaları.
Ben çevreye bakarken az sonra yanıma geliyor. Üstünü değişmiş ama saçı bozulmamış. Makyajı da duruyor. Sokuluyor bir eli omuzumda. Kokusunu içime çekiyorum. Diğer elinde şarap. Hafif sarhoş. Şafak sökmek üzere. Hayyam’dan okuyor yine;
“Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.”
Ve öpüşüyoruz. Güneşin ilk ışıkları içeri dolarken yer minderi üzerindeyiz. Öyle sıkı sarılmışız ki birbirimize...
“Bilgenin yüreğinde her dilek,
Anka kuşu gibi gizli gerek.
Damla nasıl inci olur denizde
Sedefler içinde gizlenerek.”
Ömer Hayyam gülüyor bize güneşin ardından. Bu sefer kendi okuyor dörtlüğünü bize bakarak.
“Ovada her kızıl lâlenin teni
Bir padişahın kanıyla beslendi.
Yerden biten şu mor menekşe yok mu?
Bir güzelin yanağında ki bendi.”
Şık örtülü bir masanın ardında ayakta duruyordu. Masanın üzerinde ebrulu kartlar vardı. Sergiyi gezenlerden bazıları onunla konuşuyor, tebrik ediyorlardı. Sergideki muhteşem ebruları yapan o olmalıydı. Konuşmak istedim ama nedense utandım, çekindim. Sanırım bu durumu da bilmesini istemedim. Gezenlerle birlikte ona yaklaşıyordum. Allahım gözleri ne kadar ebruli? Muhteşem!
Atmosfer beni sürüklüyor, düşlerde geziniyorum. Bir sahil kasabasında sahilde onunla el ele dolaşıyorum. Portakal, muz ve limon ağaçlarını görüyorum. Balıkçı tekneleri ve balıkçı kahveleri...
“İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez:
Bunlar için didinmene bir şey denmez.
Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış,
Bu güzelim ömrünü satmaya değmez.”
“Efendim?”
İrkiliyorum. Ses sanki bir çağlayan gibi ruhumun derinliğine akıyor. Ona bakarken dalmışım meğer. Yanına kadar sokulduğumun farkında bile değilim. “Ömer Hayyam’dan” diyorum şaşkın. Neden bu dörtlüğü söylediğimi de bilmiyorum. Bu ebruların satılmasını istemiyorum. İşte biri daha satın aldı.
“Bende çok severim Ömer Hayyam’ı”
Büyü bozuldu işte. Benimle konuşuyor, bana gülümsüyor. Sesi hâlâ su gibi.
“Ebrularımı beğendiniz mi?”
“Hayran oldum. Her biri şiir sanki. Her birinde aşk var.”
Kırk yıllık sanat uzmanı gibi fikir yürütüyorum. Yüzümün kızardığını hissediyorum. Ama o bana öyle güzel gülümsüyor ki...
“Hayyam’dan aşkla ilgili bir dörtlüğünü biliyorsanız okur musunuz?”
“Bir kalb ki onun sevmesi, aldanması yok.
Tutkunluğu yok, bir güzele yanması yok.
Bin kez yazık olsun sevgisiz bir yüreğe,
Aşksız geçecek günlerin faydası yok”
“Harika! Ne güzel okuyorsunuz!” Çocuksu bir sevinç içersinde.
“Beğendiğinize sevindim.” Elini uzatıyor bana doğru.
“Ben Şahika.” (İsmi de kendi kadar güzel.)
“Servet.” Tokalaşıyoruz. Eli yumuşacık, sıcak. Parmakları ince, tırnakları bakımlı. “Memnun oldum.” İkimiz de aynı anda söylüyoruz. Gülüşüyoruz. İlgisini bana çevirmiş, başkalarıyla sadece selamlaşıyor. Masadaki kartlardan birini alıp içine bir şeyler karalıyor. Görmüyorum ne yazdığını. Kartı uzatıyor. Tekrar birbirimize gülümseyip tokalaşıyoruz ve ben kapıya yöneliyorum. Arkamdan baktığına yemin edebilirim ama ben dönüp bakmıyorum. Sergiden çıkınca kartı açıp ne yazdığını okuyorum. İçim kıpır kıpır. Şöyle yazıyor;
“Amacın sevmek, umudun sevilmek,
Dileğin dürüstlük, huzurun ebedi olsun.
Gönlün neyin özlemiyle doluysa,
Yarınlar sana onu getirsin.”
Güzel yazmış ama, ben bunu daha önce okumuştum bir yerlerde. En alta da telefonunu yazmış. Yaşasın.
Arıyorum telefonunu. Sergiden tam iki gün sonra, ancak cesaretimi topluyorum. Adını bile zor söyleyebileceğim bir yere davet ediyor beni. Huzursuz oluyorum. Bilmediğim, alışık olmadığım bir yere benziyor. Yine de “peki” diyorum ona.
Restorana girince dışarıdaki bahçenin modernliği ile zıt bir görüntü göze çarpıyor. Salona ağır bir hava hakim. Ama kumaşlar ve ipek perdeler özenle seçilmiş. Ahşap masalar ve sandalyeler antik döşenmiş. Avizeler kristalden. Yer minderleri ve nargileler bir şark köşesi anımsatıyor. Boş bir tek masa yok. Bana boğucu geliyor. Kokoreççinin nesi varmış ki? Papyonlu bir garson bana masayı gösteriyor. Zaman duruyor sanki. Şahika, kıyafetiyle, yapılı saçıyla sanki Osmanlı hareminden çıkmış da gelmiş. Papyonlu kibar garson tepemizde, sipariş bekliyor. Mönüleri inceliyoruz. Ben hiçbir şey anlamıyorum. O siparişini veriyor.
“Ben başlangıç olarak, somon rulo, carpaccio, zeytinyağlı enginar, Sezar salata, ördek ciğeri…”
Ağzım açık bakıyorum, hangi dilde konuştuğunu pek anlayamadım. Devam ediyor;
“Ana yemekte ise tornedo bardelaise ve kuzu sırtı. Tatlı olarakta çikolatalı sufle, panna cotta.\"
Hâlâ bakıyorum, şaşkınım. Korkuyorum. Alışık değilim böyle yerlere ve yemeklere. Çeyrek ekmek arası yerdik bir kokoreç. En azından ne yediğimizi bilirdik. Gülümsedi Şahika, en güzel gülüşüyle. Korkumu anlamıştı sanki.
“Merak etme, ikimize sipariş verdim.”
“Alışık olmalısın böyle yerlere.”
“Evet yabancısı değilim böyle yerlerin. Babam Fransa büyükelçisiydi.”
Demek koskoca bir büyükelçinin kızıyla baş başa yemek yiyecektim, vay be! Garson;
“Şarap?”
Büyükelçinin güzel kızı Şahika onu da seçti, ikimiz için.
“Bak, bugün ben de hazırlıklı geldim. Dinle…”
Başka bir şey görmüyor, duymuyordum ki zaten.
“Tanrım bir geçim kapısı açıver bana;
Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni
Haberim olmasın gelen dertten başıma.”
Durmuş, benden takdir bekliyordu. Bense ebruli gözlerinde hapis bakıyordum. İç geçirmişim.
“Ee, nasıl buldun? Hayyam’dan bu da.”
“Ben âşık-ı biçareyim
Baştan ayağa yâreyim
Ben bir deli divâneyim
Aklım da yar olmaz bana
Kimseler bilmez hâlimi
Aşk odu yaktı canımı
Seçmesem soldan sağımı
Namus u ar olmaz bana...”
“Allahım, Hayyam”ı ne güzel okuyorsun?”
“Hayyam değil, Yunus Emre!”
Elimi tuttu. Aşık oldum ama söyleyemiyorum. Havada çok güzel bir elektrik var. Bitmesini istemediğim saatler bu anlar. Sadece bakışlar, tensel ve tinsel temas. Yemekler geliyor. Mum ışığı ve şarap. Ama ben içmiyorum, zaten sarhoşum; bir de beynimi uyuşturup anları kaçırmak istemiyorum.
Yemekten sonra kahvelerimizi yudumlarken yine elimi tutuyor.
“Evime gelir misin?” O kadar içten soruyor ki, nasıl hayır diyebilirim bilmiyorum…
Evi beklediğimin aksine öyle sade ve mütevazi ki. Duvarlarda değişik hatlar ve ebrular var. Antika eşyalar da değişik bir hava vermiş ortama. Loş bir aydınlatma var ve hoş bir müzik bizi sarıyor. Ud, Kemençe ve Ney en güzel taksimlerini geçiyorlar. Odasının birini atölye yapmış. Muhteşem ebrularını burada yapıyor. Değişik metal tekneler, boyalar ve kitreler. Gül dalına sarılmış at kılı fırçalar. Bir ustadan aldığı icazet belgesini duvara asmış. Kurumaya bırakılmış ebrulu kağıtlar ve hazır bekleyen başkaları.
Ben çevreye bakarken az sonra yanıma geliyor. Üstünü değişmiş ama saçı bozulmamış. Makyajı da duruyor. Sokuluyor bir eli omuzumda. Kokusunu içime çekiyorum. Diğer elinde şarap. Hafif sarhoş. Şafak sökmek üzere. Hayyam’dan okuyor yine;
“Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.”
Ve öpüşüyoruz. Güneşin ilk ışıkları içeri dolarken yer minderi üzerindeyiz. Öyle sıkı sarılmışız ki birbirimize...
“Bilgenin yüreğinde her dilek,
Anka kuşu gibi gizli gerek.
Damla nasıl inci olur denizde
Sedefler içinde gizlenerek.”
Ömer Hayyam gülüyor bize güneşin ardından. Bu sefer kendi okuyor dörtlüğünü bize bakarak.
“Ovada her kızıl lâlenin teni
Bir padişahın kanıyla beslendi.
Yerden biten şu mor menekşe yok mu?
Bir güzelin yanağında ki bendi.”
Faruk AKATÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder