Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Ocak 2014 Cuma

TEFEKKÜR ve MEDİTASYON


 
            Dua genellikle insanın Allah 'la arasında bir bağ, ya da Allah 'la iletişim kurma olarak tanımlanır. Gerçekten de, dünyanın bütün önde gelen dinleri manevi duyunun dua, tefekkür ve meditasyon vasıtasıyla kazanılacağı üzerinde durmuşlardır. Eğer Allah'a dua edersek, hem Allah'ın rehberliğinin gücünü hissetmiş oluruz hem de bu deneyimle inancımızın gençleştiğini hissederiz ve geleceğe inancımız yenilenmiş olur.

            Hiçbir şey yapmadığınız zaman, bedensel, zihinsel, her düzeyde tüm eylem kesildiği zaman ve siz sadece öylece var iseniz, işte meditasyon budur. Meditasyon yapmadan, onu uygulayamaz ve anlayamazsınız.

            Meditasyon, latince meditatio kelimesinden türetilmiş, sözcük anlamıyla birçok Batı dilinde "derin düşünme" anlamına gelmekte olan bir terim olup, mistik anlamıyla, sözlüklerde, "kişinin iç huzuru, sükunet, değişik şuur halleri elde etmesine ve öz varlığına ulaşmasına olanak veren, zihnini denetleme teknikleri ve deneyimlerine verilen ad" olarak tanımlanır. Meditasyon tekniklerine, ait oldukları, Budizm (Hindistan), Taoizm (Çin), Bön (Tibet) ve Zen (Japonya) gibi inanç sistemlerine göre ve izledikleri yöntemlere göre değişik adlar verilmiştir. Ayrıca günümüzde mevcut farklı inanç sistemleri, mezhepler ve ekoller meditasyonu farklı olarak yorumlamakta ve farklı şekillerde uygulamaktadırlar. Bu bakımdan standart ya da tekbiçimli bir meditasyondan söz etmek olanaksızdır.

            Tasavvuf öğretisinde Mevlana Celaleddin Rumi şöyle der: “Sufi; vakit çocuğudur; geçmişe üzülmez,geleceğe kaygılanmaz. Sadece içinde olduğu anı yaşar.”Bir başka deyişinde“ geçmiş ve gelecek bizi Allahtan uzaklaştırır;her ikisinide ateşe atıp yakın.” diye söylemiştir. Bizim en derin tarafımız saf bilinçli farkındalığımızdır. O acı yada zevk verici deneyimlerimiz arasında hiçbir ayrım yapmaz. O sadece bunların farkındadır. Çevremizde olup biten olayların içinde yer almadan ve onlarla özdeşleşmeden ,tanık pozisyonundaki gözlemleme tutumu farkındalıktır.Eylemsizliktir. Hiçbir şey yapmamaktır. Bu bir şekilde bizim müdahalemiz olmadan herşeyi olduğu gibi görebilmektir. Nerede olursak olalım ve ne yaparsak yapalım devamlı bir şekilde tanık pozisyonumuzu korursak yeni bir varoluş düzeyine geçeriz. Aslında gerçekleştirmemiz gereken tek radikal bakış açısıda budur.Yapmamız gereken olmamız gereken hiçbir şey yoktur.Farkındalıkla yaşarken dışımızda meydana gelenleri yargılamadığımız gibi kendimizi ve içimizde olup biten duygularıda yargılamayız.Onlarla savaşmak zorunda değilizdir.Her şeyi olduğu gibi görürüz.Biz bu mevcudiyet konumunu sürdürdükçe içimizde  bu tanıklık bilinci bizi dönüştürmeye başlar.Kişisel özgürlüğün kalbide bu anlayıştır.

            Sen bir Tanrı mısın? Diye merak içerisinde Budaya  sorarlar. “Hayır” diye cevaplar Buda.“Peki o zaman bir melekmisin?” “Hayır.” “Öyleyse nesin sen?”diye ısrar ederler. “Uyanığım.” Der.


            Herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuuruna varmaya tefekkür denir.


            Tefekkür de veya meditasyon da, esas olan eylemsizliktir. Çinlilerin wu wei dedikleri kavram yapmama ya da eylemsizlik denen bir kavramdır. Bu iki tanımlama da hareketsizliği ifade etmektedir. Oysa bu kavram, hareketsizlik değildir. Hareketi içinde barındırır.  Lao Tzu’ya gore Tao ile (Tao= Yol) bir olmak kişinin erdeme (te) ve müdahale etmemeye (wu wei) ulaşmasıyla mümkün olabilir. Bu başarıldığında insan, gerçek insana ya da ölümsüzlüğe ulaşır.           


            Hz. Muhammed (s.a.s)'e en çok etki eden ayetlerden biri, tefekkürle ilgilidir. İki kişi Hz. Âîşe (r.a)'ı ziyaret etmişler. Onlardan biri, "Hz. Muhammed (s.a.s)'de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?" deyince, Hz. Âîşe (r.an) şöyle demiştir:

"Resulullah (s.a.s) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilâl (r.a): "Ya Resulullah (s.a.s)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?" deyince, o: "Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır" dedi ve ayeti okudu:

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır” (Âl-i İmrân, 3/190).

Ondan sonra Resulullah (s.a.s): "Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun" dedi.

Bu ayette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir sonraki ayetin meâli de şöyledir:

"Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, gözlerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!.." (Âl-i İmrân, 3/191).

Ustalardan ortaya karışık yakma sanatı..




























KOYUN POSTUNA BÜRÜNEN ÇAKAL


 
            21 Temmuz 1905’de Yıldız camisinin selamlığından çıkan Padişah II. Abdülhamit merdivenlerden inip arabasına doğru ilerlerken Şeyhülislâm Cemalettin efendi, Abdülhamit’in yanına gelerek bazı konularda bilgisine başvurur. Konuşma hayli uzar. Korkunç bir patlama sohbeti yarıda keser. Her tarafa araba parçaları, insan kol bacakları yayılır.

            Çevredeki insanlar korku ve panik içinde nereye kaçacaklarını, hangi deliğe saklanacaklarını bilemezken o kalabalığın ortasında yüzünde en ufak korku izi görülmeyen tek kişi vardır o da kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen Padişah II. Abdülhamit.

            Yaveri Miralay Sadık Bey korkudan kılıcını yere düşürmüştür. Çevresindekilerin can kaygısına düşmeleri II. Abdülhamiti öyle kızdırmıştır ki çileden çıkmıştır. Yaveri için;

            Kılıcını yere düşüren yaverin maiyetimde yeri yoktur, Trablus’a sürgüne gidecek!

            Kapıya getirilen arabada, âdeti olmadığı halde ayakta durup dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne gitmiştir.

            Suikast girişiminde 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmış, 17 araba ve 20 at parçalanmıştır.

            Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devleti kurmak isteyen komitacılar kendilerine çok büyük engel gördükleri Padişah II. Abdülhamit’i ortadan kaldırmaya cüret edecek kadar ileri gitmişlerdir. O kadar beceriksizdirler ki Avrupa ve Rusya’daki anarşistlerden yardım isterler.

            Suikast için İstanbul’a gelenlerden bir ünlü Belçikalı anarşist Edvard Jorris’tir. Çok ince gözlem ve planla kurulan suikast ağı, Allahın izni ile gerçekleşmemiş boşa çıkmıştır.
Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.

O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini, Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü. Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti.
Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra, Galata Köprüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.
 Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı.

Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği tuvalette, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı. Abdülhamit, Edvard Jorris'i bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris, daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir. Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :"Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"

II. Abdülhamit Han, bilhassa Rusya ve İngiltere'den çok çekinirdi. Her türlü fitnenin temelinde bu iki güç vardı. Ermenileri kullanarak Osmanlı devletinin dâhilinde fitne çıkaran yine bu iki güç idi. Bu güçler, Türk ordusunun devamlı zayıf kalması, Rus donanmasının Boğaziçine gelerek İstanbul meselesinin halledilmesi siyasetini güderken, İngiltere Mısır ve Hindistan sömürgelerinin selameti için Osmanlı devletinin zayıf, her an iç isyan ve meselelerle meşgul olmasını isteyerek fitne tohumları ekerdi. Lider, düşmanını iyi tanımak ve her adımını dikkatlice takip etmek zorundadır.
II. Abdülhamid Han, İngilizler'den hiç hoşlanmaz ve İngilizlerin diğer düşmanlaradan çok daha tehlikeli olduğunu belirtirdi. Bu nedenle bu iki güce karşı Almanlarla işbirliği yaparak Ordu'nun güçlenmesini temine çalışmıştır.
Rusya'nın İngiliz menfaatlerini tehdit eder vaziyette güneye sarkması ve güçlü bir Karadeniz devleti olması İngiltere'yi dindaşları olarak da harekete geçirmiştir.
İngiltere'nin, Rusya'nın kendi çıkarlarım tehdit edecek şekilde gelişmesine mâni olmak gayesiyle, II. Abdülhamid Han'ın takip ettiği usta politikasıyla Osmanlı Devletini Rusya'ya karşı desteklemesi, 1873 yılından, 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşına kadar sürmüştür.
93 harbinde, Avusturya'yı Rus ittifakından ayıran ingiltere, Fransız Ihtilâli'nden sonra Prusya'yı da yanma alarak Rusya'yı sıkıştırmaya başlamasına rağmen, Fransa-Rusya savaşlarında Rusya'yı desteklemiştir.
II. Abdülhamid Han, Ermeni meselesi hakkında İngiliz ajanı Yahudi Vambery'ye şunları söyler;
"...Ermeniler aslında Şark gelenekleriyle bütünleşmiş, beşyüz seneden beri bizimle barış içinde kaynaşmış, hiç de savaşçı ve saldırgan olmayan bir Şark ırkıdır. Eğer, orada bir üzücü hadiselere rastlanabiliyorsa, bunların müsebbibi Ermeni milletinin karakterini bilmeyen yabancı politikacıların kışkırttığı ajanlardır. Siz gayet iyi biliyorsunuz ki, ben bir bağnaz değilim; benim için tüm yurttaşlarım, dinleri, mezhepleri ve ırkları ne olursa olsun birdir. Din ayırımı yapan ben değil Avrupa güçleridir. Buna örnek olarak, size bir-kaç gün önce bana ulaşan bir haberi verebilirim. Petersburg'a kâtip olarak aslen Ermeni olup da sonradan İslam dinini seçmiş birini göndermek istemiştim. Rusların bu adamı kabul etmediğini ve böylece onun yerine başkasını yollamak zorunda kaldığıma inanabilir misiniz? Yine, aynı şekilde bir hadise de Roma'da oldu; Vahan Efendi yerine Müslüman biri elçi gönderdik...
Ermenistan'daki kötü şartları düzeltmeye amadeyim; ama bağımsız bir Ermenistan'ın kuruluşuna müsaade edeceğime şu kellemi keserim, daha iyi! Ermenistan'ın kurulması yalnızca dindaşlarımın açısından çok büyük bir adaletsizlik örneği değil, aynı zamanda iktidarımın ve Türkiye'nin varlığının sonu demek olur."
Ruslar, Yeşilköy'e kadar gelince, Ermeniler İstanbul içinde sevinç gösterileri yapmaya başlamış; Ermeni Patriği, yanında bir heyet, Rus Başkumandanını karşılamaya gitmiş, Rus zaferini vecd içinde kutlamış ve kendisiyle bir saat kadar başbaşa kalmıştır. Bu konuşma sonucunda "Ayestefanos Muhadesi"ne 16'ıncı madde olarak Ermeni himayesine ait hükümler eklenmiş. Abdülhamid'in ondan sonra kullanılmasına asla müsaade etmediği "Ermenistan" tabiri muahede üzerinde resmileştirilmiştir.
Rusya, Kafkasya'daki Ermenilerin daha fazla çoğalmaması ve o yerlerin gitgide asli Ermeni vatanı yerine geçmemesi için, sınırlarını Osmanlı Ermenilerine kapattı. Abdülhamid Han Rusya'yı bu zayıf noktasından yakalayarak onlarla bir anlaşma yaparak Ermenilere karşı sert tedbirler almaya başladı. Ermeniler hakkında ıslahat isteyen Said Paşa'yı Ermenilerden rüşvet aldığı şüphesiyle kuvvetten düşürdü. Bütün Ermeni müesselerini bilhasas okullarını gözaltına aldı ve kapattı. 1890'da Partik Aşkıyan Efendi babıali'ye kafa tutmaya giderken Abdülhamid Han, Bütün Ermeni kiliselerini aynı saat, aynı dakikada, temelinden çatılarına kadar arama emrini verdi. Kiliselerin bazılarında zararlı evrak, gizli muhabereler, silahlar ve bombalar bulundu. Ermenilerle tamamen arası açılan Abdülhamid Han'a "hain" "müstebid" "zalim""gaddar, "kızıl sultan" lakapları takılmaya başlandı. Böylece "Kızıl Sultan" tabirini doğrudan doğruya Ermeniler tarafından bulunmuş ve kendisini sevmeyenler de bu tabiri devamlı kullanmışlardır.

27 Ocak 2014 Pazartesi

RAKI BARDAĞINDAKİ BALIK

 Özlüyorum. Yalnızca seni değil, daha birçok şeyi. Eşyaları, küçük mutfağı, bulaşık makinesinin üzerindeki ocakta pişen yemeklerin kokusunu, tüten buharı, sevmediğim kahverengi çizgili boğazlı kazağını bile özlüyorum.
     Her kavgadan sonra ağlayarak bana koşup göğsüme yaslanmanı ve öpüşmelerimizi hatırlıyorum. Gözlerim doluyor ama ağlamıyorum.
     Düşlerde bir aşk yaşadım ve kâbuslarda bitirdik onu beraberce. O kadar ağladım ki, şimdi bir damla bile akmıyor göz yaşlarım. Oysa utanmıyorum ağlamaktan. Kim demişse erkekler ağlamaz diye, halt etmiş. Aksa eğer yaşlar gözümden, salya sümük ağlayacağım. Yanlış anlama özlediğim için, yoksa sevmiyorum artık seni!
     Denizin maviliği beni kendine çekiyor. Martılar teknelerin, vapurların üzerinde dolanıyorlar. Lodos var. Biraz sertçe esiyor. Neye, kime baksam hep sana benziyor, ama bu seni hâlâ sevdiğimi göstermez.
     Tesadüfen bulduğum bu balıkçı evi görünümlü meyhanede, deniz kenarına en yakın masaya ilişiyorum çünkü üşüyorum. Balıkçı ağları ile süslenmiş her yer. Az ilerde kime ait olduğu belirsiz tarihi mezar meyhaneyle zıtlık içersinde. Nedense şair Eşref’i düşündürdü bana o taşı olmayan mezar.
     “Kabrimi kimse ziyaret etmesin. Allah için gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı. Gözlerim ebnayı Adem ol rütbe yıldı kim. İstemem ben fatiha tek çalmasınlar mezar taşımı.”

     Hoş geldiniz beyim!
     Kafamı çeviriyorum sese doğru. Yaşlıca, babacan bir adam gülümsüyor bana.
     Nedense ona içim ısınıyor. “Rakı” diyorum. Aslında pek rakı içmem ama şimdi istiyorum. Sipariş bekliyor.
     Kızarmış ekmek ve tereyağı da istiyorum. Bir de sarımsaklı ne varsa…
     Bunları yiyecek durumda değilim ama, sanki söylemesem adam kırılacak bana. Eminim. Tekrar denize dönüyorum yüzümü. Meyhaneden gelen müzik sesi eskilerden. Taş plağa benziyor. Bu kasvetli güne pek yakışıyor doğrusu.
     Ayrıldığımız gün de böyle griydi. Soğuktu. Birlikteydik ama yalnızdık. Arkamızı döndük birbirimize, sanki o güzel anları paylaşmamış, hiçbir şey yaşamamış gibiydik.
     Meyhaneci, rakı ve mezeleri bırakınca masama nerede olduğumu hatırladım, oysa ben hâlâ ayrıldığımız yerde, büyük çınarın dibindeyim. Saat 18.30’u gösteriyordu. Şimdi saat 16.00. Ben çınarın altında değil bir meyhanedeyim ama yine de seni düşünüyorum.
     “Şiir yazıyorum, şiir yazıp eskiler alıyorum. Eskiler verip musikiler alıyorum. Bir de rakı şişesinde balık olsam.”
     Baka kalıyorum adamın suratına. Yanımdaki sandalyeye ilişiyor babacan meyhaneci. Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi. Onun da elinde bir kadeh.
     “Baba, ne güzel bir dörtlük.”
     “Orhan Veli’den. Kumkapı’da Yorgi’nin meyhanesinde içerdi. Orayı ve servisini çok severdi.
     Gözleri dolu dolu, hep gülümseyen bu adamı sorularımla deşmedim. Sessizce içtik. Arada bir iki laf ediyordu ama boş konuşmuyordu.
     “Boşaltırım yine kallaviyi tevekkülüme… Cevap olur bu kadehler müşkülüme…”
     “Bu kimden?”
     “Neyzen Teyfik’ten. Burada içerdi rahmetli.”
     “Ya…”
     “Yaa! Şimdi ne o eski beyler kaldı, ne de muhabbetler. Aşk bile ayağa düştü.”
     Yüzüme bakmıyordu, gözleri kadehine takılmış öyle konuşuyordu.
     “Ah, ah; bizim zamanımızda ne aşklar vardı… Öyle ayaklar altında çiğnetmezdik aşkımızı. Ölümüne severdik, gerekirse mahpus yatardık. Şimdi öyle mi? İncir çekirdeği lafı bile eskidi. Şimdi kıçı sıkıya gelmeyince ayrılalım, boşanalım. Eşyalar bende, çocuklar sende! Ohh ne kolay. Sevmek yürek işi. Seven çok, ama yürek yok. Yazık, çok yazık.”
     Bir damla yaş süzüldü güleç yanaklarından. Utandım.
     “Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
     Bir öküz de altındaymış yerin.
      Sen asıl iki öküz arasında
     Tepişmesine bak şu eşeklerin!”
     “Neyzen’den mi?”
     “Ömer Hayyam’dan.”
     Bardağı masaya bırakıp delik, yırtık bir balık ağını onarmaya başladı.
     “Baba, sayende biraz kafam dağıldı. Hele hafızan, bilgin… Hayran kaldım. Senden öğreneceğim çok şey var.”
     “Leyla isteyen kişi Mecnun olmalı;
     Kendinden de, dünyasından da geçmeli.
     Sevenlerin sofrasına çağırılınca
     Ben körüm, ben dilsizim demeli.”
     Karşımdaki bir hazine vardı. Onu günlerce dinlesem bıkmayacağımı biliyordum. Böyle insanlar artık neredeyse bulunmuyordu. Eskiden böyle insanlar usta olur, bilgilerini çömezlere öğretirlermiş. Rahmetli dedem anlatırdı.
     “Dedim: artık bilgiden yana eksiğim yok;
     Şu dünyanın sırrına ermişim az çok.
     Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
     Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.”
     Bir daha da konuşmadı, kalktı masadan. Ben de kalktım az sonra.
     Hesap ödemek için meyhaneye yöneldim. Adamı göremedim. Müzik de çalmıyordu artık. Yaklaşınca daha eski göründü meyhane. Açmak için yüklenince senelerin yüküyle gıcırdadı ahşap kapı. Ne adam, ne de meyhane vardı ortada. Geri dönüp masama baktım. Ne kadeh vardı, ne tabak. Orhan Veli, Neyzen Teyfik ve Ömer Hayyam yoktu. Sen de yoktun. Deniz o kadar soğuk ki!  
Faruk AKATÜRK

HAYYAM ve EBRUZEN

 
 
Sergiyi gezerken gördüm onu. Göz göze geldik. Gülümsedi. Ben de karşılık verdim ona. Yine de gözlerimi duvarda asılı ebrulardan alamadım. Herbirinin bir eşi daha yoktu. Boyalar sanki dans ediyordu. Esrarengiz ve aşk yüklüydü hepsi.

Şık örtülü bir masanın ardında ayakta duruyordu. Masanın üzerinde ebrulu kartlar vardı. Sergiyi gezenlerden bazıları onunla konuşuyor, tebrik ediyorlardı. Sergideki muhteşem ebruları yapan o olmalıydı. Konuşmak istedim ama nedense utandım, çekindim. Sanırım bu durumu da bilmesini istemedim. Gezenlerle birlikte ona yaklaşıyordum. Allahım gözleri ne kadar ebruli? Muhteşem!

Atmosfer beni sürüklüyor, düşlerde geziniyorum. Bir sahil kasabasında sahilde onunla el ele dolaşıyorum. Portakal, muz ve limon ağaçlarını görüyorum. Balıkçı tekneleri ve balıkçı kahveleri...

           “İnsan yiyeceksiz, giyeceksiz edemez:
            Bunlar için didinmene bir şey denmez.
            Ondan ötesi ha olmuş, ha olmamış,
            Bu güzelim ömrünü satmaya değmez.”


“Efendim?”

İrkiliyorum. Ses sanki bir çağlayan gibi ruhumun derinliğine akıyor. Ona bakarken dalmışım meğer. Yanına kadar sokulduğumun farkında bile değilim. “Ömer Hayyam’dan” diyorum şaşkın. Neden bu dörtlüğü söylediğimi de bilmiyorum. Bu ebruların satılmasını istemiyorum. İşte biri daha satın aldı.

“Bende çok severim Ömer Hayyam’ı”

Büyü bozuldu işte. Benimle konuşuyor, bana gülümsüyor. Sesi hâlâ su gibi.

“Ebrularımı beğendiniz mi?”
“Hayran oldum. Her biri şiir sanki. Her birinde aşk var.”

Kırk yıllık sanat uzmanı gibi fikir yürütüyorum. Yüzümün kızardığını hissediyorum. Ama o bana öyle güzel gülümsüyor ki...

“Hayyam’dan aşkla ilgili bir dörtlüğünü biliyorsanız okur musunuz?”

           “Bir kalb ki onun sevmesi, aldanması yok.
            Tutkunluğu yok, bir güzele yanması yok.
            Bin kez yazık olsun sevgisiz bir yüreğe,
            Aşksız geçecek günlerin faydası yok”


“Harika! Ne güzel okuyorsunuz!” Çocuksu bir sevinç içersinde.
“Beğendiğinize sevindim.” Elini uzatıyor bana doğru.
“Ben Şahika.” (İsmi de kendi kadar güzel.)
“Servet.” Tokalaşıyoruz. Eli yumuşacık, sıcak. Parmakları ince, tırnakları bakımlı. “Memnun oldum.” İkimiz de aynı anda söylüyoruz. Gülüşüyoruz. İlgisini bana çevirmiş, başkalarıyla sadece selamlaşıyor. Masadaki kartlardan birini alıp içine bir şeyler karalıyor. Görmüyorum ne yazdığını. Kartı uzatıyor. Tekrar birbirimize gülümseyip tokalaşıyoruz ve ben kapıya yöneliyorum. Arkamdan baktığına yemin edebilirim ama ben dönüp bakmıyorum. Sergiden çıkınca kartı açıp ne yazdığını okuyorum. İçim kıpır kıpır. Şöyle yazıyor;

           “Amacın sevmek, umudun sevilmek,
            Dileğin dürüstlük, huzurun ebedi olsun.
            Gönlün neyin özlemiyle doluysa,
            Yarınlar sana onu getirsin.”


Güzel yazmış ama, ben bunu daha önce okumuştum bir yerlerde. En alta da telefonunu yazmış. Yaşasın.

Arıyorum telefonunu. Sergiden tam iki gün sonra, ancak cesaretimi topluyorum. Adını bile zor söyleyebileceğim bir yere davet ediyor beni. Huzursuz oluyorum. Bilmediğim, alışık olmadığım bir yere benziyor. Yine de “peki” diyorum ona.

Restorana girince dışarıdaki bahçenin modernliği ile zıt bir görüntü göze çarpıyor. Salona ağır bir hava hakim. Ama kumaşlar ve ipek perdeler özenle seçilmiş. Ahşap masalar ve sandalyeler antik döşenmiş. Avizeler kristalden. Yer minderleri ve nargileler bir şark köşesi anımsatıyor. Boş bir tek masa yok. Bana boğucu geliyor. Kokoreççinin nesi varmış ki? Papyonlu bir garson bana masayı gösteriyor. Zaman duruyor sanki. Şahika, kıyafetiyle, yapılı saçıyla sanki Osmanlı hareminden çıkmış da gelmiş. Papyonlu kibar garson tepemizde, sipariş bekliyor. Mönüleri inceliyoruz. Ben hiçbir şey anlamıyorum. O siparişini veriyor.

“Ben başlangıç olarak, somon rulo, carpaccio, zeytinyağlı enginar, Sezar salata, ördek ciğeri…”

Ağzım açık bakıyorum, hangi dilde konuştuğunu pek anlayamadım. Devam ediyor;
“Ana yemekte ise tornedo bardelaise ve kuzu sırtı. Tatlı olarakta çikolatalı sufle, panna cotta.\"

Hâlâ bakıyorum, şaşkınım. Korkuyorum. Alışık değilim böyle yerlere ve yemeklere. Çeyrek ekmek arası yerdik bir kokoreç. En azından ne yediğimizi bilirdik. Gülümsedi Şahika, en güzel gülüşüyle. Korkumu anlamıştı sanki.

“Merak etme, ikimize sipariş verdim.”
“Alışık olmalısın böyle yerlere.”
“Evet yabancısı değilim böyle yerlerin. Babam Fransa büyükelçisiydi.”

Demek koskoca bir büyükelçinin kızıyla baş başa yemek yiyecektim, vay be! Garson;
“Şarap?”

Büyükelçinin güzel kızı Şahika onu da seçti, ikimiz için.

“Bak, bugün ben de hazırlıklı geldim. Dinle…”

Başka bir şey görmüyor, duymuyordum ki zaten.

           “Tanrım bir geçim kapısı açıver bana;
            Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
            Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni
            Haberim olmasın gelen dertten başıma.”


Durmuş, benden takdir bekliyordu. Bense ebruli gözlerinde hapis bakıyordum. İç geçirmişim.

“Ee, nasıl buldun? Hayyam’dan bu da.”

           “Ben âşık-ı biçareyim
            Baştan ayağa yâreyim
            Ben bir deli divâneyim
            Aklım da yar olmaz bana

            Kimseler bilmez hâlimi
            Aşk odu yaktı canımı
            Seçmesem soldan sağımı
            Namus u ar olmaz bana...”


“Allahım, Hayyam”ı ne güzel okuyorsun?”
“Hayyam değil, Yunus Emre!”

Elimi tuttu. Aşık oldum ama söyleyemiyorum. Havada çok güzel bir elektrik var. Bitmesini istemediğim saatler bu anlar. Sadece bakışlar, tensel ve tinsel temas. Yemekler geliyor. Mum ışığı ve şarap. Ama ben içmiyorum, zaten sarhoşum; bir de beynimi uyuşturup anları kaçırmak istemiyorum.

Yemekten sonra kahvelerimizi yudumlarken yine elimi tutuyor.
“Evime gelir misin?” O kadar içten soruyor ki, nasıl hayır diyebilirim bilmiyorum…

Evi beklediğimin aksine öyle sade ve mütevazi ki. Duvarlarda değişik hatlar ve ebrular var. Antika eşyalar da değişik bir hava vermiş ortama. Loş bir aydınlatma var ve hoş bir müzik bizi sarıyor. Ud, Kemençe ve Ney en güzel taksimlerini geçiyorlar. Odasının birini atölye yapmış. Muhteşem ebrularını burada yapıyor. Değişik metal tekneler, boyalar ve kitreler. Gül dalına sarılmış at kılı fırçalar. Bir ustadan aldığı icazet belgesini duvara asmış. Kurumaya bırakılmış ebrulu kağıtlar ve hazır bekleyen başkaları.

Ben çevreye bakarken az sonra yanıma geliyor. Üstünü değişmiş ama saçı bozulmamış. Makyajı da duruyor. Sokuluyor bir eli omuzumda. Kokusunu içime çekiyorum. Diğer elinde şarap. Hafif sarhoş. Şafak sökmek üzere. Hayyam’dan okuyor yine;

           “Her sabah yeni bir gün doğarken,
            Bir gün de eksilir ömürden;
            Her şafak bir hırsız gibidir
            Elinde bir fenerle gelen.”


Ve öpüşüyoruz. Güneşin ilk ışıkları içeri dolarken yer minderi üzerindeyiz. Öyle sıkı sarılmışız ki birbirimize...

           “Bilgenin yüreğinde her dilek,
            Anka kuşu gibi gizli gerek.
            Damla nasıl inci olur denizde
            Sedefler içinde gizlenerek.”


Ömer Hayyam gülüyor bize güneşin ardından. Bu sefer kendi okuyor dörtlüğünü bize bakarak.

           “Ovada her kızıl lâlenin teni
            Bir padişahın kanıyla beslendi.
            Yerden biten şu mor menekşe yok mu?
            Bir güzelin yanağında ki bendi.”
 
Faruk AKATÜRK



HİÇLİK BOYUTUNDAKİ NEYZEN

 
 
   
 
 
 
Karımı öldürmeyi aklımdan geçireli tam üç sene olmuştu. Demek ki evleneli de üç sene olmuş. Nedense hâlâ düşünüyordum. Ben düşünmekten yorulmuştum, o bu fikri kafamdan silmemek için gösterdiği çabalardan yorulmamıştı. Eh inkar da etmemek lazım, esaslı yemek yapar. Çamaşırsız da bırakmaz beni ama...

Kafam öyle dolu ve öyle yalnızım ki… Derdimi anlatabileceğim kimse de yok. Yokum sanki. Varlığım bile ağır geliyor bana. Gözlerde hiç olmaktansa, gerçekten hiç olmak isterdim.

“Ne olmuş yani? Ben bugün de bir hiçim!”

“Kimsin sen? Beynimdeki bu ses…”

“Ben Tevfik. Neyzen Tevfik.”

“Ne işin var beynimin içinde Üstad?”

“Ne demek, ne işin var? Yalnızım diyen sen değil miydin? İstemiyorsan defolur giderim ulan!”

“Kızmayın Üstad, olur mu öyle şey? Siz, kafamın içinde… İnanamadım da.”

“Ben sizlerin üstadı değil miyim?”

“Bizim mi?”

“Sen de tanışmadın mı, ucundan kenarından neyle?”

“Daha yeni tanıştık kendisiyle, çok nazlı kendileri.”

“Ney denen dostu çok seversen, o sana eş de olur, arkadaş da. Kimine ışık, kimine Mevlâna. Nerede biri ney çalıyorsa bil ki o sese âşık olan yaralıdır. Çıkan her pest ses, çalan neyzenin bağrındaki aşkı anlatır. Senin ney üflemen de yaralı, belli ki âşıksın. Hep pest üflüyorsun.”

“Ama üstadım, daha bir eser bile üfleyemedim. Bir taksim olsun geçemedim.”

“Ney’de esas, üflemektedir. Düz ve temiz bir ses çıkarıp ona hâkim olmaktır. Gerisi aşk işidir. Neyse, hiç olduğun için sakın üzülme. Hiç olmak, bir bok olmamaktan daha iyidir.”

“Hocam, Azab-ı Mukaddes isimli eserinizi okudum. Çok küfrediyorsunuz. Neden acaba?”

“Azizim, sövmek müsekkin-i âsaptır. Binaenaleyh, herkes için meşrũ bir haktır. Ben, bu hususta hiçbir hudut tanımam. Sevme hürriyeti olduğu gibi, sövme müsavatı da olmalı. Herkes, bikader-i imkân sövebilmelidir. Ne gülüyorsun yahu?”

“Yanlış anlamayın Üstadım. Diliniz, tarzınız biraz eski ve anlaşılmaz.”

“Hadi oradan, benim dilim hiçliğin dilidir. Yani ben böyleyim ve böyle de konuşacağım.”

“Üstadım, üzgünüm ama felsefenizi anlamak benim için kolay değil.”

“Felsefemdir kitâb-ı imânım, taparım ben kendi ruhumun sesine. Secde eyler hakikatim her an, kalbimin âteş-i mukaddesine.”

“Bana sorunlarımı unutturdunuz Üstad. Daha önce nerelerdeydiniz?”

“Daha önce ney üflemiyordun ki. Eşeklik sende.”

“Aman Hocam…”

“Küfür, lisânın tuzu, biberidir! Ha, bu arada herkes sana bakıyor. Kendi kendine konuştuğun için deli olduğunu düşünüyor millet.”

Gülüyordu bana. Öyle şaşırmıştım ki, bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Meyhanedeydim. Yağlı koyun peyniri hâlâ ağzımdaydı. Daha otuz beşlik votkanın yarısındaydım. Gerçekten de insanlar bana bakıyorlardı.

“Üstad...?” Beynimin içinden bir cevap gelmedi sadece yankılandı kendi düşüncem. Ya halüsilasyonlar görmeye, duymaya başladım, ya da sarhoş oldum. Ama, ben onunla konuştum eminim.

Votka bardağını kafama diktim, yarasın koçuma. Hop bir çatal peynir ağza, bir yudum da vişne soda üstüne, ohhh.

“Ateş var mı acaba?”

Sıçrıyorum sesle. Aranıyorum ama kimse yok.

“Hop, kime diyorum ben kız?”

Yine beynimden mi geliyor o ses?

“Şişt, kız baksana ayol. Ateşin var mı?”

Yan masadaki kadınmış seslenen. Deliriyorum sanmıştım. Kadın da çok güzel, ama aşırı ağır makyajına rağmen ne kadar düzgün hatları var. Gözümü ondan alamıyorum desem yeridir. İnceliyorum onu, açık yaka bluzundan iri ve beyaz göğüslerinin çatalı gözüküyor. Mini eteği güzel düzgün bacaklarını saklamıyor. Elleri çok düzgün ve ince. Uzun kara saçları çağlayan gibi fışkırmış, beline uzanıyor. Valla çok güzel ya. Kadın gibi kadın.

“Ne bakıyon kız? Ateş dedim, sigaramı yakıcan mı?”

Kekeledim;

“Sigara içmiyorum ben”

“Sigara içmiyorsun ama, votkayı fondipliyosun kız”

Gülümsedim. Cilveli konuşması ve gülümsemesi sıcaktı, çok hoşuma gitmişti. Yanındaki adam bu konuşmadan memnun olmuş gözükmüyordu. Bakışları düşmanca hatta tehditkârdı. Kadını kolundan sertçe çekti. Kadın korkmuştu sanırım, bir daha olduğum tarafa dönmedi. Nedense yıkılmıştım ve acı çekiyordum. Şişenin dibini bardağa boca ettim. Çaktırmadan yan masaya da bakıyordum. Sertçe bir tartışma vardı. Adam ikide bir elindeki cep telefonunu vuracakmış gibi kaldırıyordu. Korkuyordu o da, darbe gelecek diye. Kahretsin, ya eve gidince kadını döverse?

Masadan kalktılar, gidiyorlar. Bakacak eminim, gülecek bana. Çaktırmayacak. Lanet olsun bakmadı. Öyle ya, ben kimim onun için, bir hiç. Koca bir hiç...

Garsonu çağırıyorum hesap için. Bıyıkları seyrek, köse garson sırıtarak geliyor. Bahşiş beklediği belli, ama havasını alır. Sırıtınca ortaya çıkan kirli, sarımtırak dişleri meydanda. Hesabı masaya bırakıyor. Hesaptaki kadar parayı çıkarınca, garson bahşiş bırakmayacağımı anlayıp telaşlanıyor ve bana ikiye katlanmış bir kağıt uzatırken yine sırıtıyor. Kağıdı açıp bakıyorum bir telefon numarası var. Garsona bakıyorum anlamaz gözlerle.

“Ne bu?”

Kuşkulanıyorum. “Garson beni gözüne mi kestirdi ne?” diye düşünüyorum.

Garson; “Şu biraz önce masadan kalkan kadın bıraktı abi. Sana vermemi söyledi.”

Neşem yerine gelmişti şimdi. Garson, hesabı almış bahşişi bekliyordu. Ona gülümsedim, ama yine de bahşişini vermedim.

Keyfim o kadar yerindeydi ki hafif çiseleyen yağmura rağmen yürümek, şarkı söylemek ve ney üflemek istiyordum. “Eve gitmek istemiyorum. Karımı öldürmek istiyorum.”

Hava bozuk, yağmur çiseliyor. Gökyüzü gri ve siyah tonlarla sarılmış, âdeta sevişiyor. Yerlerde yağmur suları rüzgârla birlikle savruluyorlar. Ben evin önündeyim, ama bahçeden geçip geçmeme konusunda kararsızım. Hâlâ geri dönme şansım var. Üşüyorum ya.

Zili çalsam, karım kapıyı açınca bir saat nerede olduğumla ilgili soru soracak. Yalandan kıskançlık krizlerine girecek. Hiç sevmedik ki birbirimizi. Sevmeden evlendik. Ailelerimizi mutlu ettik sadece. Allah’tan hiç çocuğumuz olmadı. Karım, her zaman gençliğinde yapmış olduğu halter sporunun avantajlarını bana karşı kullandı. Her gece kısa saçlı, vücudu kaslı, ağdasız bir kadınla yatmak. Sevişirken bir erkekle sevişiyormuş gibi hissetmek. Onu öldürmek istiyorum. En sert tartışmalarımızın sonunu, çatalı parmaklarının arasında ikiye katlayarak bağlayan bir kadından nasıl kurtulabilirim?

Anahtarımla açıyorum kapıyı. Tedirginim. Meyhanedeki kadını düşünüyorum hep. Onu aramak istiyorum. İçerden gelen kahkaha sesi ile sıçrıyorum. Sanki bir erkek gülmesi bu. İnanamıyorum. Başıma bu da mı gelecekti? Karım beni aldatıyor mu? Birbirimizi sevmesek bile ve ben daha onu bir kez aldatmamışken...

Boşluk, sadece boşluk veya hiçlik... Şaşkınlık, kara mizah bu. Kapı eşiğinden geri adım atarken cep telefonumu çıkarıyorum, kendimden eminim artık. Kâğıda yazılı numarayı çeviriyorum. Çalıyor. Evet, sonunda seni öldürdüm sevgili karım. Öyle huzurlu ve mutluyum ki şu an.

“Üstad…?”

“Alo, buyur kız. Kim o? Ne üstadı?”

Gülümsüyorum, o kadar saf ve temiz ki sesi.

“Benim. Meyhanedeki adam.”

Bir iç geçmesi sesi duyuyorum karşıdan;

“Götür kız beni buralardan. Neden bilmem seni çok sevdim. Sen iyisin, yanlış adam değilsin kız.”

“Tamam, yine orada buluşalım ve hiçliğe doğru gidelim.”

Arkamı dönüp çıkıyorum oradan. Boğuluyorum sanki. Kavgalarıyla, hesaplaşmalarıyla, geçmişimi eşikte bırakıp meyhaneye doğru yürüyorum. Kapının önünde beni bekliyor. Esen rüzgâra karşı, el ele giderken attığım her adımda şimdi daha huzurlu hissediyorum kendimi. Ben, kadınım ve neyim... Nereye mi? Hiçliğe, sadece hiçliğe...

Neyzen Tevfik, benimle son kez konuşuyor; “Sana ne demiştim hatırlıyor musun? Neyde esas, üflemektir. Düz ve temiz bir ses çıkarıp ona hâkim olmaktır, gerisi aşk işidir. Sen şimdi bunu başardın. Hesaplaşmaları geride bıraktın. Hiçlik boyutuna geçtin. Benden de mezun oldun. Uğurlar ola…”

ANKARA / 2003
Faruk AKATÜRK

25 Ocak 2014 Cumartesi

Mevlana'nın aşkı tanımlaması

Büyük sufi Hz Mevlana, ruhunun derinliklerinde, karşılaştığı aşka kozmik bir dille yani Kuş Dili ile sorar: “-Sen kimsin?
Cevap şöyle gelir aşktan:

-Ben ölümsüz (bir) Hayat’ım
Ben tekrarlanıp duran (bir) Güzel’im
Ve bir Ömür’üm ben” (Divan-ı Kebir, c. VII, s. 104)

Yani Mevlana’ya göre aşk, hayattır, güzeldir, ömürdür. Bu üçlü tanımı mantıksal bir zemine oturtursak aşk, dirilik ve güzelliğin, ölümsüz tükenmeyen bir tekrarıdır. Mevlana aşka metafizik bir konum vererek onun ebediliğini, aşkınlığını
vurgular ve onunla tekâmül işaret eder. Ve nihayet o, iman aşktır (Divan-ı Kebir, c. V, s.330) diyerek “vellezine
amenu eşeddu hubben lillah” (Bakara/165) ayetine telmihte bulunur.

Aşka ihtiyaç hayati öneme sahiptir Hz. Mevlana’ya göre:
“Ey aşk sen olmazsan bütün pazar/çarşı yerlerinin düzeni bozulur, kâr edemez Bağ da senin yağmurunu istiyor, üzüm de çiçekler de…” (Divan-ı Kebir, c. I, s. 158)

Dünya çarşı yeri gibi, kâr etmek için aşka ihtiyaç var, aşkın dirilticiliğine yani insanlar mercimeğe, fasulyeye âşık olmasa çarşıya, alışverişe gider miydi? Aşk çarşıya rahmet olarak yağmasa hiç ticarette kâr elde edilir miydi?
Bahçeler aşkla yeşerir Üzüm aşkla tatlanır Çiçekler aşkla açar Her şey bu kâinatta aşkla açılım yapar hareket eder, tekâmül basamaklarında tırmanır.

Mevlânâ, aşkın diriltici tazeliğini şöyle anlatır:
“Aşk bir gönül alıcıdır. Dostların tekâmülü aşklarladır. (Aşk onların) canını ağaç gibi yeşertir, çiçeklerle süsler. Aşk güzeldir, tazedir, aşkı isteyen aşktan daha tazedir. Dünyanın şekli eskidir, onun aşığı da (ondaki) eskileri alandır. Aşk alanlar, ırmaktan ırmağa, onunla tâ denize kadar giderler. Dünyaya âşık olanlar, yani eskiye talip olanlarsa, eski pabuç
kimde var diye mahalle mahalle dolaşıp dururlar.” (Divan-ı Kebir, c. IV,
s. 352)
Mevlana kendisi gibi herkesi aşka davet eder:
“Ey insanlar! Aşka sarılın, onun çağrısına kulak/cevap verin. Aşka gidin. Çünkü Allah aşka ölümsüzlük vermiştir. Uyumayan uyuklamayan o aşk, o gökyüzündeki sevgi, bu gün gönülleri uyumakta olanları çağırıyor. Aşktır varlık âlemindeki hayat, seziş. AŞKSIZ HAYAT ANCAK KABUKTUR KABUK!” (Divan-ı Kebir, c. VII, s. 44)

Mevlana, gizli kabiliyetlerin ortaya çıkması için aşk ateşinde, insanın yanması gerektiğini söyler. Yani aşk fırınında insanların arınması, rafinasyonu, insandaki cevheri ortaya çıkaracaktır. Aşk ateşi ve aşk acısı insanı olgunlaştırmak için önemli bir konumdadır. (Divan-ı Kebir, c. IV, s. 162)

Metafizik olarak aşkı şaraba benzeten Hz. Mevlana şöyle der: “Sus, sus da artık şu aşk şarabını iç. İç ki titremekten, korkulu yerlere düşmekten kurtul…” (Divan-ı Kebir, c. V, s. 375)

22 Ocak 2014 Çarşamba

Jean bouick ustadan yakma tablolar
















Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin Nüzhet Dede ile Mektuplaşmaları


Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin Nüzhet Dede ile Mektuplaşmaları
                                                               
 
            İnsanoğlu henüz fizikî olarak yaratılmadan önce, ruhlar âleminde elest meclisinde (bezm-i elest) Alllah'ın "Elestü birabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusu üzerine "belâ" (evet) Rabbimizsin cevabını verdikten sonra, içinde bulunduğu maddî dünya hayatı içinde Rabbine verdiği bu sözü unutarak nefsinin esiri olmuştur. Cenâb-ı Allah kullarının kendisine verdiği bu sözü hatırlatmak amacıyla başta peygamberler olmak üzere "veli" dediği kullarını görevlendirmiştir. Bir bakıma uyarıcı ve yol gösterici (irşâd)görevi gören bu veliler belli bir zaman süresinde Allah'ın şeriatını yaymaktan öte daha üst düzeyde bir misyon yüklenmişlerdir. Çok sayıda tanımı olan, düşünüş, duyuş ve yaşayış sistemini ihtiva eden ve genel olarak “tasavvuf” adıyla ifade edilen bu misyon, daha çok insanoğlunun şeriatı eksen alarak yaratanını arama ve bulma çabası çerçevesinde şekillenmiştir.

            Tasavvufun ortaya çıkışından günümüze kadarki geçen süre içerisinde bir çok tanımı yapılmıştır. Örneğin Cüneyd-i Bağdadî’ye göre tasavvuf “mûtû kable entemûtu” (ölmeden önce ölünüz) sırrı gereğince nefsin heves ve hazlardan feragat etmesidir. Bir başka tanımında ise tasavvuf “Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir” der. Gazali’ye göre ise “kalbi Hakk’a bağlayıp mâsivâ ile ilgiyi kesmektir.” buraya alamayacağımız kadar çok sayıda tanımı yapılan tasavvuf, ana hatlarıyla tahalluk(ahlaklanma) ve tahakkuk(Hakk’ı isimlerinin suretleri ile alemde seyr etme)’u konu ve Allah ve Resul’ünün ahlakıyla ahlaklanmayı gaye edinen bir sistemdir. İster tanımlarında olsun isterse konu ve gayesinde olsun, tasavvufun birinci derecedeki hedefi ahlaktır. Yani kişinin teoride Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarını belirlediği ve pratikte de Hz. Peygamber’in   en güzel bir şekilde uyguladığı ahlakı yaşamasını hedefler. Kuşkusuz insanoğlu asıl  mücadelesini nefsiyle yapmaktadır. Çünkü nefis onu hedeflenen noktaya ulaşmaması için elinden gelen her türlü fenalığı yapan en büyük engeldir. İnsan içinde yaşadığı sıkıntılı ortamdan, sosyal ve ekonomik şartlardan etkilenerek nefsinin esiri olabilir ve çeşitli kötülüklerle yüz yüze kalabilir. Bu belki de acizliğinin işaretidir.

           Bu yazımızın konusu Erzurum’da doğup büyüyen, daha sonra askerlik görevi sırasında bir vesileyle Elazığ ili Palu ilçesinde ikamet eden Nakşibendi şeyhi Mahmud-ı Saminî’den icazet alan ve birkaç yerde halkı irşad etmeye çalışan yirminci yüzyılın başlarında yetişmiş Osman Bedreddin-i Erzurumî (İmam Efendi)’nin aynı zamanda müridi olan Nüzhet Dede’yle birbirlerine yazmış oldukları manzum mektuplardır. Şiirlere geçmeden önce söz konusu iki şahıs hakkında kısa da olsa bir bilgi vermek gerekir.

            Osman Bedreddin 1856 yılında Erzurum’da doğmuştur. İleriki hayatında büyük bir insan-ı kâmil olmasının temellerini, o devrin önde gelen ilim ve irfan sahibi şahsiyetlerinden biri olan babası Selman Sükutî Efendi’den almıştır. Henüz dokuz yaşındayken Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmiş, on yaşından itibaren de bir çok zahirî ve batinî ilmi tahsil etmiştir.

            1877-1878 yılları arasındaki (93 harbi) Osmanlı-Rus savaşı esnasında zor duruma düşen Osmanlı ordusu ve Erzurum halkı 8 Kasım 1877 gününün sabah namazında Ayaz Paşa Cami-i Şerifinden okunan ezanın kıvılcımıyla büyük bir ateş haline gelir ve Rusları gerisin geriye püskürtür. O olağanüstü zaferin ilk kıvılcımını çakan Osman Bedreddin’dir. Ordu komutanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa da genç müezzini 28.Alay 3. Tabur imamlığına getirir. O günden itibaren de Osman Bedreddin İmam Efendi diye anılır.

            Taburunun Diyarbakır’daki görevi sırasında gördüğü bir rüyanın üzerine Elazığ(Elaziz)’ın Palu ilçesine gider ve o devrin önde gelen nakşi şeyhlerinden Seyyid Mahmud-ı Saminî’ye intisap eder, onun sohbetlerine katılır, şeyhinin manevi terbiyesi içerisinde seyr ü sülûkunu tamamlar, icazetini alır ve taburunun bulunduğu Çemişgezek ilçesine gider. Çemişgezek’te artık tıpkı şeyhi gibi farklı bir görev icra etmeye başlar.

            15 sene kadar Çemişgezek ve civarında halkı irşad etmeye çalışan İmam efendi, yine şeyhinin işaretiyle Harput’a gelir ve hac farizası dışında 1924 yılında vefat edene kadar ömrünün geri kalan kısmını burada geçirir.

            Kuşkusuz tam bir insan-ı kâmil ve mutasavvıf olan İmam Efendi’nin edebi kişiliği üzerine söylenecek sözlerin yine tasavvufî bir çerçevede kalacağı kaçınılmazdır. Buna rağmen elimizdeki mevcut şiirlerinden yola çıkarak onun şiire, aruza olan hakimiyetini de göz önünde bulundurarak bir kaç söz söylememiz gerekir:

            Osman Bedreddin-i Erzurumî şiirlerinde Bedreddin isminden mülhem Bedri mahlasını kullanmıştır. Şiirleri ancak küçük bir divançe çapındadır. Şiirlerinin çoğunluğu musammat gazel(halk şiirindeki koşma) tarzındadır. Bu tür şiirler daha çok aruzun müstef‘ilün/müstef‘ilün/müstef‘ilün/müstef‘ilün kalıbında yazılmışlardır ve gerektiğinde müstef‘ilün/müstef‘ilün kalıbına dönüştürülerek dörtlük haline de gelebilmektedirler.Mevcut şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla Osman Bedreddin-i Erzurumî aruzu başarıyla kullanmıştır. Şiirlerinin çoğu dinî-tasavvufî tema etrafında şekillenmiştir. Bu şiirlerinde başta Hz.Allah (cc) olmak üzere Hz. Peygamber’e ve şeyhi Mahmud-ı Samini’ye duyduğu sevgi ve bağlılığı dile getirmiştir. Kuşkusuz vahdete ulaşma arzusunu her fırsatta dile getirildiğini de belirtmemiz gerekir.

 
            El-amân Ya Seyyidî yakdı firâkın el-amân

            Kulluk idüp âlem-i lâhûta kıldın âşiyân


mısralarının nakarat olarak kullanıldığı ve şeyhi Seyyid Mahmud-ı Saminî’nin vefatı dolayısıyla söylediği on üç bentlik “mersiyye” Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin şeyhine duyduğu sevginin ve saygının oldukça lirik bir şekilde dile getirildiği şiirdir. Aşağıya bu mersiyyeden örnek iki bent alınmıştır:

Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin halkın her kesiminden çok sayıda müridi olmuştur. Kendisini bizzat tanıyan veya tanımayan çok sayıdaki kişiden almış olduğu mektuplara birer birer cevap vermeyi kendisine görev telakki etmesi, onun kişiliğinin dikkate değer bir yönü olsa gerek. Yazımızın bundan sonraki kısmında kendisine intisap eden şahıslardan biri olan Çemişgezekli Nüzhet Dede’nin Osman Bedreddin-i Erzurumî’ye yazmış olduğu manzum arz- hali ve bu arz-ı hale Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin vermiş olduğu manzum cevap yer alacaktır.

            Nüzhet Dede’nin şiirine geçmeden önce onun hakkında birkaç söz söyleyelim. Yukarıda da söylediğimiz gibi Nüzhet Dede Çemişgezekli’dir. Nüzhet Dede, Nakşibendî tarikatına intisap etmiş ve daha çok İmam Efendi olarak tanınan Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin müridi olmuştur. 1. Dönem Ergani milletvekilliği yapmıştır. Kişilik itibariyle son derece nüktedân ve hazır cevap birisidir. Şiirlerinde o dönem içinde validen belediye başkanına kadar değişik makamlardaki insanlara hicivler yazmıştır. Şiirlerinde çok derin bir şekilde Harput kültürünün etkisi görülür. Şiirlerini daha çok gazel nazım şekliyle söylemiştir. Şiirlerinde tema olarak, ağırlıklı bir şekilde, hicviye, şeyhine duyduğu sevgi ve saygı dikkati çekmektedir.

            Aşağıda önce Nüzhet Dede’nin Osman Bedreddin-i Erzurumî’ye yazdığı mektup, daha sonra da Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin Nüzhet Dede’ye yazmış olduğu manzum cevabî mektup verilmiştir.

 
            Nüzhet Dede’nin Arz-ı  Hâli
                 

            Ettin bize vikâye                                               Ey nâib-i velâyet

            Saldın cihâna sâye                                            Ve’y kâsid-i hidâyet

            Lâ-şek bütün halâyık                                        Bir arz-ı  hâlimiz var

            Feyzinden aldı mâye                                        Redd itme hâk-i pâye

 

            Mahrem tut keşf-i râze                                   Sensin her ârzûmendim

            Bütünle tâze tâze                                            Destindedir kemendim

            Hâcet mi var niyâza                                       Ninni diyüp efendim

            Uymaz bu hâl gınâya                                     Besile tıfl-ı dâye

 

            Oynatma hâr u hâsla                                     Kurbân sana bu cânı

            Dil mürgini megesle                                    Verdikse hânümânı

            Koyma bizi hevesle                                      Bir nîm-iltifânı

            Çeksem ti evliyâya                                      Alsak bu kem-behâya

 

            Kaldık garîb ü nâçâr                                   İtmez isen sabâhat

            Yokdur enîs-i kahhâr                                 Azgın bu tâlibâna

            Olduk esir-i her-bâr                                   Gelmez mi yevm-i mahşer

            Şol dest-i mâsivâya                                   Ardınca pâye pâye

 

            Ma’bûdunu seversin                                 Bedrî tamâm olunca

            Meşhûdunu seversin                                 İş bu muharrem ayı

            Mahmûdunu seversin                               Bâki midir bu matem

            Dûr olma bî- nihâye                                Âtideki her aya

           

            Bir nokta koydun âhir                             Etsem de nâr u zâre

            Levh-i dil oldu fârig                               Olsam da pâre pâre

            Açıldı gülşen-i aşk                                 Ayrılık zan edilir mi

            Sığmaz bu taht- pâye                             Düş olsan bin belâya

 

            Nüzhet yalanı sevmez

            Elbette Sâminîler

            Himmet kanadı pirle

            Salarsa başa sâye

                                                                    Nüzhet Dede

 

 

            Nüzhet Dede’nin on üç dörtlükten oluşan bu mektubunda iki tür ölçü dikkati çekmektedir: 4+3=7’li hece ölçüsü ve Bahr-i Münserih’in “müstef’ilün fe’ûlün” vezni. Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin yazmış olduğu cevabî manzum mektup da aynı şekilde 4+3=7’li hece ölçüsüvle ve Bahr-i Hezec’in “mef’ûlü  mefâ’îlün”  kalıbıyla  yazılmış(birkaç mısrada az da olsa bazı aruz kusurları bulunsa da genelde vezne hakimiyet her iki şiirde de kendisini göstermektedir.) ve yirmi dört dörtlükten meydana gelmiştir.

 

            Osman Bedreddin-i Erzurumî’nin Nüzhet Dede’ye Cevabı

 

            Ey hâce-i cân olmaz                           Gel gülşen-i irfana

            Varlık sana sermâye                           Okusan  âref dersin

            Sermâye-i nakdine                              Bil nahnu akreb sırrın

            Olmuşdur âdem mâye                         Er o kenzü’l-kinâye

 

            Aşk ehli bilür hâli                               Geç kîl ile kâlından

            Aşk ehli durur âli                                Fehm eyleme meâlinden

            Aşk ehline ol tâli                                Al ibreti sâlından

            Er maksad-ı aksâya                            Dil bağlama dünyâya

 

           

            Birdir Hudâ bilirsin                             Sevmeye Hak yaraşır

            Kalbi de bir yaratmış                          Sevsen de Hakk’ı ey dil

            Kalbte koy o bir kalsın                       Allah bestir böyle bil

            Yol verme mâ’adâya                          Meyil eyleme dünyâya

 

            Bir kerre eyle insâf                             Kıl ârifânla sohbet

            Kıl hilkatın tefekkür                           Gâfil ile etme ülfet

            Şemse mukâbil olmak                        Arif Hudâ’ya vâsıl

            Lâzım değil mi aya                             Gâfil de mâsivâya

 

            Savm u sâlât u hâcla                           Aşk bahrine her kim ki

            Bitmez işin ey zâhid                           Daldıysa olur fâni

            İrfânı bulmak ister                             Vuslat bulur  ol Hakk’a

            Ermek için Mevlâya                           Dalsan da ol deryâya

           

            Aşkın yolunda başın                           Dünyâda görmeyenler

            Ayak eden gidermiş                            Görmezler âhirette

            Cân nakdini verenler                          Kur’ân buna nâtıktır

            Vâsıl olur Mevlâya                             Sâbittir ol belâya

 

            İnsân-ı kâmil olan                             Zikr-i Hakk’la ol meşgul

            Burda bulur belâsın                            Nûr u huzûr ile dol

            Etmez işini ta’lik                               Sen Hak ile dâim ol

            Va’d olunan ferdâya                         Ver varını yağmaya

 

            Ol Sâminî’ye bende                            Mecnûn olup sen ey dil

            Hem-pâyına efgende                          Gezme sakın sahrâda

            Sırrını hıfzet sen de                            Hakîki mecnûn olup

            Bir demde er bekâya                          Er sendeki Mevlâya

 

            İç bezm-i vahdet câmın                      Âfâkta kalma ey cân

            Gel mürşid-i kâmilden                       Bul Hakk’ı sen de her an

            Geç kesret kederinde                          Buldunsa oldun insân

            Kapılma hûy u hâya                           Erdin ol dem bekâya

 

            Kesret içinde vahdet                           Yok ol da sonra var ol

            Et Rabbına bul vuslat                         Kendini unut anı bul

            Elinde varken fırsat                            Esrâr-ı Hakk’la sen dol

            Verme ömrün hevâya                         Sal katreni deryâya

 

            Sen de seni buldunsa                          Mürşide teslim ol kim

            Yâre edersin vuslat                             Ede sana tasarruf

            Gözle seni sen sen de                         Bir tıfl-ı manâ doğa

            Düşme diğer sevdâya                         Nefs ola ana dâye

 

Safvet verenler kalbe                     Ölmeden evvel ölüp

Envâr-ı vahdet ile                          Vahdetten ol haberdâr

Görür tecelli cânda                        Gör bunda Bedrî yârin

Baksın mı o bedr aya                    Kalma sakın ferdâya

 

 

Osman Bedreddin-i Erzurumî