Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

9 Şubat 2014 Pazar

Hafız Osman Bedreddin Erzurumi (k.s) Hazretleri


 

 

İhvanlarına derslerini şu öğütlerle vermiştir. l) ilahi muhabbet, 2) Gönlüne dikkat. 3) Tam teslimiyet 4) Nefse muhalefet, 5) Say-ü gayret 6) Kesrete vahdet 7) Çok salavat, 8) Tehvide müdavemet, 9) Az yemek 10) Temiz giyinmek, 11) Halka menfaat, 12)Mütehailik olmak, 13) Mürşide itaat, 14) ihvana şefkat, 15) Kadınlara nazar-ı ibret, 16) Zamana uymak, 17) Hükümete mutlak itaat, 18) Hasetten ari olmak, 19) Buğza beri olmak, 20) Komşu haklarını her şeyden önemli tutmak, 21) Sözünün eri olmak, 22) Nefsinin sa­hibi olmak, 23) Dünyayı atmamak, 24) Ahireti unutma­mak, 25) Doğruluktan şaşmamak, 26) Haddi aşmamak, 27) Tefekkürle sükûn bulmak'tır. Derdi ki: "işte başarının alfabesi bunlardır. Bunları yerine getirenler kurtuluşa ererler." Ayrıca Onun manzum olarak sıraladığı nasihatlar da vardır: "Zihnar ilmine güvenme, fadlına kanma, dünyaya aldan­ma, nefsine uyma, şeytanı at, aşk ile yat, şevk ile kalk, peşinden gelenleri gözet, sapıkları düzelt, görüşlerin ma­rifet olsun." Onu yüce ber makama eriştiren yol bunlardı.
"Sohbetname"si, "Gülzar-ı Samini" isminde mektubatı ve "Gülbün-irşad" ile "Meclis-i Samini" isimli beş ciltlik kasi­desi vardır.
 
Döndüm sana Yâ Müsîeân, doğru kapînâ gelmişem:
Lütfün dilerim El'aman, doğru kapına gelmişem.

Ben etmişem hadsiz günah, yok Sen'den özge bir penan,
Ey rahmeti bol pâdişâh, doğru kapînâ gelmişem.

Geldim kapînâ bir garip, derd-î dil'e Sen'sin tabib,
Reddeyleme Sen Yâ Mücib, doğru kapına gelmişem.

Ben eyledim cürmû hatâ, Sâna yarar afv ö ata,
irham bihakkıl (Ha ve Tâ), doğru kapînâ gelmişem.

Ozr'eyledim çün özüme, rahm'it Rahîm dilsûz'üme
Urma günâhım yüzüme, doğru kapma gelmişem.

Bir bende'yim gayet zelil, rûy'im siyah ve hem hecîl
Şah Nakşibertdimdir delîl, doğru kapînâ gelmişem.

Oldû işim cümle kusur, etmêmişem ben hiç fütur,
Yârab Senin âdın: "Gafur", doğru kapinâ gelmişem.

Daldım kasel deryasına, uydum nefis kavgasına
"Lâ-taknetû fetvasına, doğru kapına gelmişim.

Derd-i dii'e sensin deva, dil hastasına ver şifa,
Yarab, bihakk-i Mustafa, doğru kapına gelmişim.

Yandım ilâhî el aman, nâr-i firak'a ben yanam,
Kârımdürür ah-û figan, doğru kapına gelmişim.

Nûşeyiedim aşk camini, sundu bana, Şeyh Samin
Ver Sen de vusfat kâmınî, doğru kapına gelmişim.

Çektim siva'dan ben elî, buldum sana doğru yolu
Münkir bana desün, deli... doğru kapına gelmişim.

Yandırma nâr-i firkate, ir gör ilâhi vuslata
Bahşit habibin hazrete, doğru kapînâ gelmişim.

Ad ile san'dan geçmişem, hem masivan'dan geçmişem
Cism ile candan geçmişem, doğru kapına gelmişem.

Çektim bu denlhu firkati, bahşet ilâhi vuslatı
Yarab, habibin hürmeti, doğru kapına gelmişem.

Müznib, hakir, biçareyim; babında bir avareyim
Yarab, kime yalvarayım, doğru kapına gelmişem

Bedri gedayım ben zelil, kılmış beni cürmün alil
Rahm'i! bana sen ya Celil, Doğru kapına gelmişem.


Hafız Osman Bedrettin


Aruz kalıbı; Müstefilün Müstefilün Müstcfilün Müstefilün

Lügatçe:
Müstean: Kendisinden yardım istenilen
Hacîl: Utancından yüzü kızarmış
Penah : Sığınılacak yer
Itâb: Azarlama, paylama
Destim bigir: Elimi tut
Lâ-taknatü: ümit kesmeyiniz
Nar-ı firkat: Ayrılık ateşi
Müznıb: Günahkar
Alil : Hasta
Mücîb: icabet eden
Dilsûz: Yanan gönül
Rûy: Yüz
Destgîr: Elinden tutan
Kesel : Tembellik
Kâm : Arzu
Bâb : Kapı
 Tasavvuf disiplininde veli kişiler mecbur kalmadıkça keramet göstermeyi sevmezler. Çünkü keramet, müridin mürşide kolay yoldan bağlanmasını sağlar. Oysa, müridin mürşidine bağlanabilmesi için bir imtihandan geçmesi gerekir. Ayrıca mürit, zekâsını kullanarak iradesi­ni sergilemelidir. Mahmut Samini Hazretleri'nin tmam Efcndi'ye gösterdiği kerametler, bir görevin yerine getirilmesi içindir. Burada iki görevli vardır. Birincisi, Mahmut Samini Hazretleri, ikincisi, tmam Efendi'dir. imam Efendi sonradan verilecek görev için hazırlanacaktır. işte onu sonraki görevlerine hazırlama işi Mahmut Samini Haz­retlerine verilmiştir. Samini Hazretleri bunu bildiği için keramet göstermek zorunda kalır.
      îmam Efendiye atfedilen pekçok keramet vardır. Bunlardan bazdan şunlardır. Harput ulemasından Müftü Kemâl Efendi gözündeki bir ra­hatsızlık için istanbul'a gider. Onu hastaneye yatırırlar. Hastalığı bir türlü iyleşmez. Büyük acılar içerisinde iken bir an için uykuya dalar. O, kısa uyku anında bir rüya görür. Gördüğü bu rüyada, imam Efendi elinde bir tepsi ve üzerinde bir fincan kahve ile hastahanedeki odasından içeri girer. Kemâl Efendi'ye: "Hafız, kahveyi özlemişsindir. Sana kahve getirdim." der. Müftü Kemâl Efendi şaşırır, heyecan­dan kahvesini zorlukla içer. Kahve bittikten sonra imam Efendi: "Telvesini gözüne sür, hiç bir şeyin kalmaz." der. Müftü Kemâl Efendi denileni yapar, tmam Efendi fincanı alarak kapıdan çıkar. Kemâl Efendi hızla kapıya koşarak uğurlamak ister ama, koridorda kimseyi göremez. Bu sırada da rüyadan uyanır. Gözündeki ağrının ke­sildiğini hisseder. Birkaç gün sonra da hiç bir şeyi kalmaz. Doktorlar bile şaşırmışlardır. Onlara: "Kahva telvesi iyileştirdi." der.Yine tstanbulda iken bir rüya daha görür. Rüyasında Har-put'tadır. Kendisine, imam Efendi'nin Ziyaeddin isminde bir oğlunun olduğunu söylerler. Sabah kalktığında istanbul'dan bir telgraf çeker. Bu telgrafında, imam Efendi'nin bir oğlunun olup olmadığını, olmuş ise ne zaman doğduğunu ve isminin ne olduğunu sorar. Gelen cevapta, rüyayı gördüğü gece imam Efendi'nin bir oğlunun olduğunu, kendisi­nin Ağın'da bulunması nedeni ile henüz isminin verilmediğini bildi­rirler. Müftü Kemâl Efendi Istanbuldan Harput'a döndüğü zaman, ilk olarak imam Efendi'nin doğan oğluna hangi adın konulduğunu so­rar. Hayretler içinde "Ziyaettin" koyduklarını öğrenir, tmam Efcndi'nin elini öpmeye gittiği zaman imam Efendi, Müftü Kemâl Efendi'ye: "Hoş geldin Kemâl Efendi, maşallah telve gözüne iyi gelmiştir" diyerek tebessüm eder. O, bu ziyaretten sonra imam Efcn­di'ye intisab etmiştir/3)
      Yıl 1916, Birinci Cihan Harbi başlamış, Ruslar doğu cephesinde Bitlis'e kadar gelmişler. Bu sırada Ağınlı Kalaycızade Ahmet Efendi de bu cephede savaşmaktadır. Kışın bütün şiddeti sürerken asker aç ve perişan halde bozguna uğrar, Ağınlı Kalaycızade Ahmet Efendi bu sırada ıssız bir yerde nereye gideceğini kestiremez. O anda mürşidi imam Efendi aklına gelir: "Ya tmam Efendi, im­dadıma yetiş!" der. O anda bir atlının kendisine doğru geldiğini görür. Bakar ki, gelen imam Efendi'dir. Bir anda sevinçle her şeyi unu­tur, imam Efendi'ye doğru koşar. O, elini Kalaycızade Ahmet Efendi'ye uzatarak: "Atla" der. Kalaycızade Ahmet Efendi, imam Efendi'nin elini (utarak atın terkisine biner. Bir süre hiç konuşmadan giderler. Küçük bir tepenin önünde imam Efendi durarak:
      "Ahmet, artık kurtuldun, bu tepenin arkasına gidecek­sin." der. Kalaycızade Ahmet attan indikten sonra bakar ki îmam Efendi kaybolmuştur. Onun dediğini yaparak tepeyi aşar. Geldiği yer Bingöl'dür, Karnı oldukça aç olduğu için bir kapıyı çalmaya niyetlenir. Tam o sırada nöbet gezen askerler Ahmet'i alarak komutanlarına götürürler. Komutan onun perişan durumuna bakarak nereden geldiğini sorar. Ahmet Efendi Bitlis cephesinin dağıldığını, kendisinin mürşidi imam Efendi tarafından buraya kadar getirildiğini söyleyince, komutan şaşkınlık içerisinde: "Cephe ne zaman dağıldı?" der. Kalaycızade Ahmet Efendi, "tki saat kadar oldu" der. Komutan daha çok şaşırır. "Evladım, sen iki günlük yolu gelmişsin, ne iki saati!" der. Onun içinde bulunduğu durumu anlayarak izin verip memleketine yollar. O, doğru Harput'a gelir. Mürşidi imam Efendi'yi ziyarete gider. İmam Efendi Kalaycızade Ahmet Efendi'yi karşısında görünce: "Hoşgeldin Ahmet Efendi" der ve ekler: "Artık kurtuldun değil mi?" (Çemişgezekli meşhur şair ve mutasavvuf Nüzhet Dede'den imam Efendi'nin oğlu Ziyaettin Efendi'ye nakil) imam Efendi Nüzhet Dede ve bir çok kişi Ağın'da bir evde soh-betleler. Tıklım tıklım dolu olan büyük bir salondadırlar. Sohbetin bir yerinde yaşlı bir adamla genç bir adam içeri girerek imam Efendi'ye yaklaşırlar. Önce yaşlı, sonra genç adam imam Efendi'nin elini öperler. tmam Efendi'nin yanma zorla sıkışarak Onunla sessizce konuşmaktadırlar. Bir şeyler anlatırlarken tmam Efendi bir ara sesini yükseltip: "Yahu ben îsamıyım, Musamıyım, ben nasıl edeyim?" der. Nüzhet Dede: "Efendi, sen ne isa'sın, ne de Musa'sın. Bu genci getir­mişler, himmet buyur," Bunun ürerine imam Efendi ayağa kalkarak bu iki adamla dışan çıkar. Bîr süre sonra imam Efendi çıktığı bu iki adamla geri döner. Bu yaşlı adamın öğretmen olan oğlunun gözleri kör olmuştur, imam Efendi'den gözlerinin açılması için yardım istemekte dir. işte imam Efendi bu isteğe kızmıştır. Nüzhet Dede anlatmasına devam ederek Ziyaettin Efendi'ye şöyle der: Aradan sekiz ay geçtikten sonra o genci Elazığ'da gördüm. Gözleri görüyordu. Bana dedi ki: "O akşam tmam Efendi Babamla beni dışarda ayrı bir odaya aldı. Babama: "Senin bu çocuğun babasına asi, Allahı da inkâr ediyor. Bunun için gözleri kör olmuş." Hakikaten doğruyu söylüyordu. "Ben size bir dua öğreteceğim" dedi. Bunu altı ay okuyacak, bütün kötü düşüncelerinden vazgeçecek altı ay sonra gözleri açılınca doğru bana gelip intisab edecek." Dediğini yaptım ve gözlerim açıldı."
Şahsiyeti
             
Osman Bedreddin Efendi, kendisini tasavvuf yolunda yetiştirmiş sosyal hayatı ile çevresindekilere örnek olmuştur.
             
Temizliğine çok dikkat eder daima temiz elbise giyerdi. Giyimi sade ve güzeldi. Yeşil, beyaz, lacivert ve siyah renkler tercih ederdi.
             
Yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı.
             
Irk, mezhep, düşünce ve zengin-fakir ayırımı yapmadan tüm davetlere icabet ederdi.             
              Kibir ve gururdan uzak idi.
              Misafiri çok sever ve çok olurdu.
              Hediyeleşmeyi severdi.
              Kendisine verilen hediyenin daha güzeliyle karşılık verirdi.
              Çocuklara sevgi ile yaklaşırdı.
              Vakarlı bir yürüyüşü vardı. Yürürken acele etmez ne çok yavaş ne de çok hızlı yürürdü.
              Öğrencilere bir baba şefkati ile davranırdı.
              Diz çökerek sofraya otururdu.
              Devlete mutlak suretiyle itaati savunurdu. Devlete karşı olanlara “bizden değilsiniz” derdi.
              Aktif siyasete katılmaya soğuk bakan Osman Bedreddin, farklı din mensuplarına sevgiyle yaklaşırdı.
Farklı din ve milletlerden olan insanlarla ve özellikle Elazığ’da yaşayan Ermeni vatandaşlarla iyi ilişkileri ile bilinmektedir.[12
.Osman Bedreddin Erzurumî Tasavvuf Anlayışı

1.Tasavvufa Bakışı
Osman Bedreddin, tasavvuf konusundaki görüşlerini kısa ve özlü ifadelerde açıklamaktadır. Tasavvufun bir hal ilmi olduğu göz önünde bulundurulacak olursa yaptığı tasavvuf tanımlamalarında; Osman Bedreddin’e göre tasavvuf, “içi, derûnu kötü ahlâktan temizlemek, iyi ahlâk ile muttasıf olmaktır.” Yahut “Zahirî ve Batınî ilimleri hıfzetmektir”
Osman Bedreddin’e göre tasavvuf, satırlardan okunarak elde edilecek kuru bir bilgi değildir. Yani genel bir tabirle tasavvuf; kâl ilmi değil; hâl ilmidir. Dolayısıyla “İlmi bir İnsan-ı Kâmil’in ağzından alınız” hükmünce tasavvuf bir konuşan kitaptan kendi vücut kitabını okumakla ancak öğrenilir ve bilinir.[13]
Osman Bedreddin, tasavvufu; Allah bilincinin kulda yer etmesi, kendisinin ne için yaratıldığını unutmadan yaşaması, nefsin kötü istek ve arzularına karşı durması şeklinde özetlemektedir. Bedrüddin Erzurumî’nin tasavvufa getirdiği bu yorumlar, genel olarak kendinden önceki mutasavvıfların görüşlerine paralellik arz etmektedir.
Osman Bedrüddin Erzurumî, tasavvufu, sözlü ve yaşanan tasavvuf olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Söze dayanan tasavvufun herhangi bir söz hakikat bile olsa, onun nihayet bir söz olduğunu, yaşanan tasavvufun ise, söz ve büyük faydasının anlatmaya ve tabir etmeye güç yetirilemeyeceği, tatmayan bilmez, bilen söylemez şeklinde açıklar.
Osman Bedreddin’e göre ise tasavvufun mevzuu, “Gafletten sakınarak her an huzur-u ilâhîde olduğumuzun idrakini iktisab ve istihsal etmektir. Bu yolla kişiyi nefsin kötü huylarından arındırıp, Mevlâ’ya lâyık bir kul haline getirmektir.”[14]

2. Tasavvufta İnsan
Osman Bedreddin’e göre tasavvufun asıl konusu insandır. Mutasavvıfların başlıca gâyesi, insan probleminin mahiyetini çözmek; insanın yaratılışını, tekâmülünü, bilgisinin mahiyetini ve âkibetini idrâke çalışmaktır.[15]
Sûfîlerce de zikredilen, insanın büyüklüğü konusunda Osman Bedreddin şunları söyler:
“…Hulâsa, insanın büyüklüğünü tamamen tarif edemiyoruz. Yalnız şu kadarı denilebilir ki, “insanda Allah’tan bir şey vardır ve Allah o tecellîsiyle insanda bulunuyor.” İşte insanın büyüklüğüne bu şeref-i azîm kâfidir. Nasıl kâfi olmaz ki, “şems-i zât” ancak bu insanda işrak eder (doğar). Ve O’nun ef’al ve sıfat tecelliyâtının mazharı ve muzhiri ancak Hz. İnsandır.”[16]
Ayrıca insanın büyüklüğünün, “ düşmanının büyüklüğü ve ibtilâsının büyüklüğü” ile orantılı olduğunu ifade eden Osman Bedreddin, şunları söyler:
“…Nitekim Hz.Musâ (a.s.) ın düşmanı Firavun idi. Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimizin de düşmanı Ebu Cehil idi. Gerek Firavun, gerekse Ebu Cehil maruf ve meşhur kimselerdi. İşte Peygamberân-ı Zîşan Hazretlerinin düşmanı böyle büyük olduğu gibi iptilâları da pek büyüktü. Onlar gibi hiçbir fert, iptilâya duçar olmamıştır.
Bizim için de neftsen büyük düşman yoktur. Bizim de Firavun’umuz, Ebu Cehil’imiz nefsimizdir. Bir salikin ilk işi nefsini düşman bilip, onunla dost olmamaktır. Ancak böyle bir salik terakki eder, murad ve maksadına ulaşır…”[17]
Görüldüğü üzere Osman Bedreddin, insanın en büyük düşmanının kendi nefsi olduğunu ifade etmiş ve manevî yolda terakki edebilmek için, insanın nefsini kendine düşman bilmesi gerektiğini haber vermiştir. Ayrıca, bu manevî terakki esnasında, insanın maneviyatı ölçüsünde “düşman ve ibtilâlarla” da karşılaşacağını da bize bildirmiştir.
Osman Bedreddin insanları dört kısma ayırarak bunları şöyle tavsif eder:
Birinci kısım nâs: Nefs ve ruhlarıyla es’ad olanlar. Bunlar, enbiya-i zîşan ve bunlara tâbi olarak veraset-i tâmmeyi ihraz eden evliya-i kirâm hazerâtıdır. Bunlar mazhar-ı esmâ ve sıfat ve mir’at-ı Zât olup emr-i Hakk’la mahlûk-u Hüdâ’yı hem emre hem de evâmirin âmirine davet ederler ve böylece onların da vazifelerini tekmil ile asıllarına ric’at ederler…
İkinci kısım nâs: Nefs ve ruhları ile (eşkâ) olanlardır. Bunlar küffâr ve müşrikîndir. Mü’minlerden de günah-ı kebâir ve meâsîde musır olanlar bu sınıfa mülhaktır. Bunlar istidat ve rûhâniyetlerini zâyi etmiş ve hayât-ı hayvaniye  ile  kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim’deki  “bel hüm edall” (belki hayvandan daha aşağıdır.)[18] buyruğ-u ilâhîsi bunlar hakkındadır.
Üçüncü kısım nâs: Nefsleri ile şekavette bulundukları halde ruhları saadette bulunduğundan sonunda libâs-ı saadeti giyerler. Küffardan hidâyet bulanlarla, mü’minlerin âsilerinden, son zamanda tevbe ve inâbe-i Hakk’a ric’at ve muvâfakat edenler bu kısma dâhildirler. Bunlardan velâyet derecesine kadar ulaşanlar vardır.
Dördüncü kısımdaki nâs ise: Sûrette nefsleriyle libas-ı saadette görünürler, fakat neticede libâs-ı şekâveti giyerek dünyayı terk ederler. Ümem-i sâlifede böyleleri çok olmuşsa da, sâye-i Peygamberî’de bu ümmete iyilikten fenalığa, saadetten şekâvete pek az; fakat şekâvetten saadete dönen pek çoktur. Elhamdülillah sümme elhamdülillah…”[19]
Yukarıda yapılan izahatta görüldüğü üzere Osman Bedreddin, insanları mânevî derecelerine göre sınıflandırmış; bunların en başında enbiyâyı ve veresetü’l- enbiyâyı saymış, son mertebede de nefslerinin zebûnu haline gelmiş olanları zikretmiştir.

3. Tasavvufta Mürşid-i Kamil’in Yeri
Osman Bedreddin, Gülzâr-ı Sâminî adlı eserinde şeyhlerin “urûc ve nüzûl”lerinin tam olması gerektiği üzerinde durarak şunları söylemektedir: “Şeyhlerin urûc ve nüzûlü tam olmalıdır ki, mürid için istifâde ve istifâze mümkün olsun. Şeyhlerin nüzûlünün az olması mürid için o kadar faydalı olmaz. Çünkü böyle olursa mürid ile şeyh arasında tam bir münasebet bulunmaz. Münasebet mevcut olmazsa, istifâde ve istifâze (feyz alışverişi) mümkün olmaz.”[20]
Osman Bedreddin mezkur eserinde, eskiden yapılan uzun riyâzet ve mücâhedenin artık günümüzde mümkün olmadığını ve Cenab-ı Hakk’ın az zamanda da insanı kemâle erdirmeğe kâdir olduğunu ve bunda da Mürşid-i Kâmil’in rolünün büyük olduğunu ifade etmiştir. Konuyla ilgili olarak şunları zikreden Osman Bedreddin, aynı zamanda sohbetin günümüzdeki önemine de vurgu yapmıştır: “Zamanımızda şeyhlerin sohbeti pek büyük, pek tesirlidir. Bir dem sohbet, yüz sene nafile ibadetten daha hayırlıdır. Allah adamları ile bir an sohbet etmek, yüz sene müddetle yapılan kuru bir riyâzetten daha iyidir.”[21]
Osman Bedreddin, yapılan ibadetlerde ve amellerde “ihsan kıvamını” yakalayabilmek ve Allah Teâlâ’ya kurbiyet kazanabilmek için bir mürşid-i kâmile bağlanmanın gerekliliğini şu sözleriyle ifâde eder: “Bize yakışan Kur’ân’ın evâmiriyle âmil, ahlâkıyla mütehâllik, hakâyık ve esrarı ile mütehakkik olmaktır. İnsanın kemâli bu üç şeyledir. Hâlbuki bunlara muvaffak olup yapmak ise, mürşitsiz olamaz. Allah ve Peygamber’e vuslata mürşid sadece bir vesiledir.”[22]
Osman Bedreddin, ilm-i billah tahsilinin ve insan-ı kâmile ulaşmanın farz olduğunu söyleyerek, bu sözünü şöyle açıklar:
“Malum olduğu üzere “ilm-i billah” tahsili farzdır. Aslı farz olan bir şeyin furû ve şartları da farzdır. Mesela namaz farzdır. Hâlbuki namaz için taharet ve abdest icab eder. Namazın farz oluşundan dolayı, onun şartlarından olan abdest de farz olmuştur. İlm-i billah tahsilinin şartı ise, bir insan-ı kâmile gitmek, ona yetişmek, ona mülâzemet, muhabbet etmek ve tâbi olmaktır. O halde insan-ı kâmile ulaşmak da farzdır. Ve bu muhakkak böyledir. Bunda şüphe etmeyiniz. Bu zatlar mânâ şahlarıdır, kendilerine de aziz denmesi bu yüzdendir…”[23]
Görüldüğü üzere Osman Bedreddin ve onun gibi hak dostları âhir zaman fitnelerinden korunmak, mânâ âleminde terakkî ederek Allah ve rasûlüne vâsıl olabilmek için, bir insan-ı kâmile meftun ve bende olunması gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Osman Bedreddin, Gülzâr-ı Sâminî adlı eserinde, bir insan-ı kâmilde olması gereken bu vasıfları şöyle izah eder:
“ Bir padişaha üç şey lazımdır: Libas, tac ve taht… Sultan-ı mânevî olan her mü’mine de kezâ üç şey lazımdır: “İslâm libası, mârifet tacı, taat tahtı”…İnsan bu libası, bu tacı ve bu tahtı elde etmezse bilmem nasıl olur? Ve nerelerde kalır? Libas-ı İslâm’dan âlâ bir libas, tâc-ı mârifetten evlâ bir tac ve taht-ı taatten güzel bir taht olamaz. Müjde o mü’mine ki, ne vakit bu üç şeyi cem etti, işte o vakit sultân-ı mânâ oldu ve “insan-ı kâmil” rütbe-i celîlesini buldu…”[24]

4. Tasavvufta Kalb
4.a.Kalbin Çeşitleri
Osman Bedreddin’e göre kalbin çeşitlerini beş gurupta toplamaktadır.
“1-Kulûb-u kâsiye: Bu, küffâr ve müşrikînin ve bunlara mülhak olanların kalbidir. Bunlara emir ve nehy, inzar ve tebşir kat’iyyen tesir etmez. Kur’an’da bunlara işâreten : “Artık kalbleri Allah’ın zikrinden (bomboş ve) kaskatı kalmış olanlar(ın) vay (haline)!” buyrulmuştur.[25]
2-Kulûb-u münâfikîn: Bunların kalbi dünya ve nefs’le mutmaindir. Bu kalb, ahiretten, evâmir-i Rabbâniyeden ve hubb-i Mevlâ’dan i’raz etmiştir. Bunlar dereke-i esfel’dedir. Böyle olan bir kalb, dünyayı, hayât-ı hayvâniye ve sûriyye’yi, hayât-ı Bâki’ye tercih eder ve sırf dünyaya talip olur, yalnız onu sever.
3-Kulûb-u nâsiye: Bu, kulûb-u mü’min, yani avâm-ı mü’minînin kulûbudur. Bunlar hasebu’l-beşeriyye Cenâb-ı Hakk’ı unuturlar, nefse muvâfakat, Hakk’a muhalefet ve büyük, küçük günah ve isyana cüret ederler.
4-Kulûb-u mutmainne: Bu kalb, evliyâullah’ın kalbidir ve Kur’ân’ı Kerim’deki : “Haberiniz olsun ki, kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur.”[26] buyruğu bu kalblere işarettir…
5- Enbiyâ-ı izâm’ın ve kümelîn-i evliyâullah’ın kalbleri: Bunlar kulûb-u icmâliyye ve kulûb-u vicdâniyye’dir.”[27]
4.b. Kalbin Hastalıkları ve Tedavisi
Bulunduğu ortama göre şekilden şekile giren insan kalbi, Cenab-ı Hakk’tan uzaklaştığı ölçüde türlü mânevî hastalıklara dûçar olmaktadır. Bunların tedavisi ise, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesini gerektiren belli tasavvufî temrinlerle mümkün olmaktadır.
Osman Bedreddin’e göre insan kalbi; gafletle, kötülük ve haramla paslanır. Bu pasın giderilmesi ise, tevhid, zikir, fikir, muhabbet vs. sâlih ameller işlemekle mümkündür. O, “kalbin pasını temizlemek için, lisanımızla “Lâilahe illallah” dediğimiz gibi, kalbimizle de zikrettiğimiz varlığı hazır bilerek zikretmeliyiz ki, o kalbin pası gitsin. Yoksa nice tevhidimiz, zikrimiz hep dışarıdandır. Böyle zikrin kalbe hiçbir tesiri olamayacağından onun pası da olduğu gibi kalır, gitmez. Belki o pas gittikçe artar, artar da o kalbi bütün bütün çürütür, mahveder.” der.[28]

5. Tasavvufta Nefs
Osman Bedreddin, mezkûr eserinde nefsi “kömür”e benzeterek, temizlenmesi için yapılması gerekenleri şöyle açıklamıştır:
“Evliyâullah bu nefsi kömüre teşbih ediyorlar. Kömürü su ve sabunla ne kadar yıkarsan yıka, yine siyahlığı gitmez. Fakat kömürü bir ateşe koyarsak o kömür tedrîcen ateş rengini alır ve siyahlığı kaybolur. Nefs de böyle zulmânîdir. İbâdet ve taat-ı zâhire onun siyahlığını gidermez. Onu ancak Mürşid ve Allah muhabbeti yakar ve ruhun nûru ile o da nûr olur ve belki aynı rûha münkalib olur. Böylece o ruhun sahibi de Hz. Allah’a lâyık bir abd-i sâfî ve hâlis olur.”[29]
Nefsin hem hukukunun hem de huzûzunun var olduğunu ifade eden Osman Bedreddin, nefsin hukûku ve huzûzu noktasında dikkat edilmesi gereken ölçüleri şöyle açıklamıştır:
“Nefsin hem hukuku vardır hem de huzûzu… Hukuku verilmeli ve fakat huzûzu men edilmelidir. Huzûzu: Allah’ı, Rasûlullah’ı ve Kitab’ı insana unutturmaktır. Ve insanı kendisi gibi şeytan etmektir… Nefsin hukûku: Şeriat ölçüleri içerisinde ve îtidal dairesinde onu yedirip, içirip, giydirmektir. Bu yapılmazsa insan ibâdât ve taatte bulunamaz.”[30]
Nefsin insana devamlı kötülüğü emredip yaptırmaya çalıştığına inanan Osman Bedreddin, şu açıklamalara ve tavsiyelere yer verir. Nefsin kusurlarından açık olanları biliyoruz. Bunları terketmek için gayret edelim. Gizli olan ayıplarımız için de iki çare vardır.
1- Cenâb-ı Hakkı, her an ve mekânda hazır bilmek kimseye karşı tevazû gösterirken bu tevazu’u, o kimsenin şahsına değil de varlığında taşıdığı Cenab-ı Hakk’ın sırr-ı ilâhîsine karşı bir ta’zim olarak düşünmek ve ortaya koymak gerekir. Tevazu’nun bu türlüsünden korkulmaz. Çünkü nefsin hilesi araya girmez. Bu tevazu Allah içindir.
2- Ehli Hakka yakın olmaz. Bu yakınlığın verdiği imkânla onların sohbetlerine katılır ve nefsin ayıplarını yavaş yavaş farkederiz. Bu yakınlık ve sohbet insandaki zekâ ve irfanı uyandırır. İnsana yeni yeni kabiliyetler bahşeder.[31]

6. Tasavvufta Zikir
Zikri, hafî ve cehrî olmak üzere ikiye ayıran Osman Bedreddin, hafî zikrin cehrî zikirden üstün olduğunu belirterek, zikrin faziletini şöyle izah eder:
“Zikir kelimesinin her harfinden bir melek yaratılır. Fakat mesela eliften bir melek değil, üç melek yaratılır. Çünkü elif nasıl söyleniyor? Üç harfle değil mi? (elif, lâm, fe). İşte böyle her harfin telâffuzunda kaç harf varsa o kadar melek yaratılır. İşte bu melekler, zikirde bulunmuş olan için mahşere kadar istiğfar, ibâdet ve taatte bulunur. Bunların sevabı o kimsenin amel defterine yazılır.”[32]
Ayrıca, zikrullah’ın hem nârı hem de nûru olduğunu söyleyen Osman Bedreddin, bunu şu örnekle açıklar:
“Zikrullah’ın hem nâr’ı ve hem de nûru vardır. Onun nâr’ı, nefs ve ahlâk-ı rezîlesini ve vücudun kesâfetine müteallik hevâ ve alâiki yakar. Onun nûru ise, bâtın-ı insâniyi nurlandırarak kulu Mevlâsına lâyık hâle getirir.”[33]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in zikrin fazîletiyle ilgili hadislerinden bazıları ise şöyledir:
“Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”[34]
“Ebü’d-Derdâ (r.a.) tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) ashâbına:
-“Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi?” diye sordu. Onlar da:
—Evet, söyle dediler. Rasûl-i Ekrem de:
-“Allah Teâlâ’yı zikretmektir.” buyurdu.”[35]
“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kulumun beni düşündüğü gibiyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şâyet beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.”[36]

7. Tasavvufta Marifetullah
Mârifete ulaşabilmek için kişinin öncelikle kendi nefsini bilmesi gerektiğine dikkat çeken Osman Bedreddin, nefsini bilmenin ise iki mertebesi olduğunu ifade ederek, bunu şöyle açıklar:
“Nefsini bilmenin iki mertebesi vardır: İşitmek ve okumak tarîkiyle olmaksızın, bilfiil, vücûdunda, nefsin hıyânetini ve Hakk’a muhalefetini bildikten sonra, insanın bir mürebbi-i kâmil vasıtasıyla ve tarîkate sülûk ile nefsinin uyûbuna ıttılâ’ hâsıl etmesidir ki, bu, mârifet-i nefsin ilk kademesidir.
Sonra bu kimse, nefsine muhalefetle ve mücâhede ile onun tezkiyesine ve tahliye-i bâtına, ihtimâm-ı tâmla nisbet-i huzurun tekarrur ve temkinine gayret eylemeli ki, bu da mârifet-i nefsin ikinci mertebesidir. Bu sâlik nefsini ârif olur. Nefsini ârif olan Rabbisini de ârif olur. Nefsinin zulmeti gider, ruhun nûrâniyetine münkalib olur.”[37]
Osman Bedreddin, bâtınında “ilm-i billah” bulunmayan kişinin, yalnız zâhirî ilimle, Allah’ı kâmil manada bilemeyeceğini ifade eder.[38]
Yine, Osman Bedreddin, mârifetullahı elde etmeye ve Allah’a yaklaşmaya en büyük manilerin; “mahluk ile ihtilat ve dünya muhabbeti olduğunu” söylemiştir.[39]
Mârifete ulaşmanın bir çok yolu olduğunu ifade eden Osman Bedreddin, bunları şöyle sıralar: “ibâdât ve taat, nefse muhalefet, tabiat ve hevâya muhalefet vs. gibi… Fakat bu esbâbın en büyük müessiri, bir kulda aşk ve muhabbet-i Mevlâ’nın zuhûrudur. Bu aşk ve muhabbet insandaki meâsîyi giderir, ahlâk-ı zemîmesini ve en büyük günah olan enâniyetini izale eder. Ve böyle olan bir kimse de tamamiyle nâil-i mârifet olmuş ve zât-ı Hakk’a lâyık hâle gelmiş olur.”[40]

8. Tasavvufta Muhabbetullah
Sûfîlere göre muhabbetin iki yönü vardır: Birincisi, kulun Allah’ı sevmesi; ikincisi de Allah’ın kulu sevmesidir. Kur’an-ı Kerim’de bu iki yöne de işaret eden âyetler mevcuttur. Mesela, Mâide Suresi 54. âyette şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Sizden her kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…”[41]
Bütün sûfîlere göre, aşk, kâinatın yaratılış sebebidir. Sûfîlerce sıkça zikredilen “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kutsî’si, âlemlerin yaratılışındaki yegâne maksadın, Cenâb-ı Hakk’ın, Hz.Peygamber (s.a.v.)’e duyduğu sevginin neticesi olduğunu ortaya koyar.
Sûfîler, aşkın, anlatılmaz; yaşanır bir hal olduğunu ifade etmişlerdir. Bu cümleden olarak, “tatmayan bilmez, bilen söylemez” denmiştir. Nitekim, Mevlânâ Hazretlerine “Aşk nedir?” diye soran birine, Mevlânâ, “Ben ol da bil” cevabını vermiştir.
Kâinatta var olan her şeyin sevgiden yaratıldığını söyleyen Osman Bedreddin Hazretleri de, mecâzi aşkın, hakiki aşka ulaşmada bir vesile olduğunu dile getirmiştir.[42] “Muhabbetsiz, mahbub ele gelmez. Dertsiz dîdâr-ı yâre erilmez”[43] diyen Osman Bedreddin, muhabbetin, mahbubdan başkasını unutmak olduğunu söylemiştir.[44]

9. Sevginin Dereceleri
Sevginin dereceleri konusunda farklı sınıflamalar mevcuttur. Osman Bedreddin, sevgiyi; “Hub, Ved, Muhabbet ve Aşk” olmak üzere dörde ayırır:
“1-Hub: Kulun kalbinde Cenâb-ı Hakk’a karşı uyanan bir meyil ve rağbettir ki, buna hevâ da denir. Kul bunun kadrini bilir ve lazım geldiği şekilde kullanırsa, o vakit Cenâb-ı Hakk da bu meyli arttırır ve bu meyl “Ved” mertebesine inkılab eder.
2-Ved: Ved mertebesindeki kul, mübtelâ-i vird-i ilâhî olur. Bu yoldaki sa’yi devam ederse, o kulda bu ved, “muhabbet” e münkalib olur.
3-Muhabbet: Kul mertebe-i muhabbete ulaşmasını nimet-i uzmâ bilerek zikir ve fikrini arttırır, ahlâkı güzelleşir ve mâsivâya meyilden kesilirse, o vakit de muhabbet “aşk” a inkılab eder.
4-Aşk: Aşk ise mâsivâsızdır. Aşkı bulan mâşukuna vâsıldır ve vâsıla da her kemâl hâsıldır.
“Aşkı ara, aşkı bul, aşk ile dol ey Hakkı!” buyuruyor İsmail Hakkı Hazretleri. Nitekim aşksız râh-ı Leylâ’ya gitmek haramdır. Aşk demini bulanlar, Leylâ’sını da Mevlâ’sını da canında hazır bulurlar. Aşksızlar hayvan, aşkı bulanlar sultân-ı dü cihandır…”[45]
Osman Bedreddin, bu konudaki sözlerine devam ederek; aşksız Leyla’nın yoluna gitmenin haram olduğunu, aşk demini bulanların Leyla’sını ve Mevla’sını canında bulacağını belirtmektedir. Ayrıca aşksız olanlar hayvan gibi olur, diyerek bir benzetme yapmaktadır. Âşıkların iki cihan sultanı olduklarını, aşkı olmayanların ise, yemek yiyip, su içerek hayvan gibi yaşadıklarını söylemektedir.
Görüldüğü gibi muhabbet konusu, Osman Bedreddin tarafından hub, vüd, muhabbet ve aşk şeklinde bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Aşksız insanın, insan olma vasfından uzak kalacağını, aksi halde hayvandan farkı olmayacağını savunmaktadır. İnsana yaşama sevinci veren enerji, aşk ve sevgi iksirinde gizlidir.

e. Osman Bedreddin Erzurumî’nin Ahlâki Görüşleri

Özellikle ameli ahlaka çok önem veren Osman Bedreddin bu noktada Kur'ân-ı Kerîm ve Hadisleri referans aldığı kadar ahlak filozoflarının görüşlerine de zaman zaman yer verdiğine şahit olunmaktadır.
Osman Bedreddin, insanın yapısının görünüşten ziyade özünün yapısına inmeye çalışır ve özün önemli olduğunu vurgular. O şöyle demektedir: Allah kimseye “Bu zengindir, bu fakirdir, bu ihtiyardır, bu gençtir” diye bakmaz. Nerede bir kalb-i selim bulursa, o’nun sahibine edeceği ikram ve ihsanı nasip eder. Bu Allah’ın adaletinin sonucudur.[46]
              İnsanları ahlaki yapıları itibariyle ikiye ayıran Osman Bedreddin, bunu şu örneklemeyle açıklar. İnsanlar çeşitli tavırlar üzerinedir. Bazı insanlar yemek, içmek, uyumak rahat etmek ve nefsin hoşlandığı şeylere tabi olurlar. Bu sıfatlar batınlarında galiptir. Bunların manaları hayvani sıfat üzeredir. Ba’s ve haşirleri de bu vechile olur. Bazı insanlar da yırtıcılık, ötekini berikini incitmek, ona buna zulmetmek, kibir gibi kötü ahlak vardır. Bu tip insanların manaları yırtıcı hayvan (sıfatı) üzerinedir. Bazı insanların da batını şeytanlık üzeredir. Bu tür insanlar herkese hile ve desise ederler çevrelerindeki insanları hak yoldan çevirir. Saptırmağa çalışırlar. İnsan bu sıfatların hepsinden vazgeçmelidir ki insan-ı kamil ve halife-i Rabbânî olabilsin. Hakkın Halifesi (Halife-i Hakk) olabilmek için ilahi Ahlâkla ahlâklanmak gerekir. İnsanı hakkın Halifesi rütbesinden mahrum eden kötü huylardır. Güzel ahlâkın elde edilmesi için mücahade ,nefse muzar ve yüksek himmet ve ihtimamıyla mümkündür. Yaratılmaktan maksat ve istenilen şey insana tevdi edilmiş olan emanet ve ilahi sırrın fıtrat, safiyet ve sıfat-ı asliyesi üzere pâk ve tahir olarak kendine ulaştırmasıdır.[47]
              Osman Bedreddin, ahlaki noktada iyi ahlaklıların örnek alınmasına vurgu yaparak bunu önemini vurgulamaktadır. Bir hadis-i şerifte “Mümin müminin ayansıdır” bildirilmiştir. Müslümanların insani hakikatlerde ve İslâmi yüceliklerde, kemal ve faziletler hususunda birbirlerine örnek almaları gerekir. Kötü örnek olunmamalıdır. Kötü tesir etmemek muhabbetten doğar. Muhabbetin iktizası, seveni sevilenin sıfatına dahil etmektir. Zira seven sevdiğine yakın ve muhasib olur. Bu yakınlık bu muhabbet de büyük tesir oluşturur. Alimler ve veliler bu hususta görüş birliğindedirler. Hz.Muhammed “Din Allah için sevmek Allah için sevmemektir.” demiştir. İbadet ve ubudiyet-i mahza ve hakika bundan ibarettir. Hubbu fillah ve buğz’ü fillah’ın sırrı gerek afakta gerek enfüste zuhura gelir. Önce enfüste tatbik edilmedikçe afâka tatbik suretiyle şu ayete dikkat edilmelidir.[48] “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yakut akrabaları da dert olsa Allah’a ve resulûna düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Onlar o kimselerdir ki Allah kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.[49]
              İnsanın benliği hususunda mutasavvıfların tanımlamalarına yakın bir anlayışa sahip olan Osman Bedreddin bunun kibir ve gurur manasında olduğunu ve yenilmesi ve yok edilmesi gerektiğine inanır. İnsanlığın benliği yere girmeli, ölmelidir. Benlik çok fenâdır. Varlık musibetine uğrayanlar haktan perdelenirler. İnsan için ağzına helva koyanla sille vuran eşit olursa kişi o zaman gerçek adam olur. Bir hadis-i şerifte yeminle bildirilir ki “O Allah’a kasem ederim ki benim nefsi Muhammediyem o’nun kabzasındadır. Cenab-ı Hakka en ziyade sevgili kullar onlardır ki; Allah’a kulları da Allah’a sevdirir, yeryüzünde nasihatta bulunurlar.[50]

              1. Osman Bedrettin’e Göre İnsanlar Ahlâki Yapıları Bakımından Üç Kısımdır.
              1. Bir kısmı nimetle ferahlanır. Bu kısmı nimeti verenin Allah olduğunu bilmez de sebep ve vesilelerden bilir. Bu gibileri ansızın ilahi azab yakalar. Kur’an-ı kerimde bu gibiler hakkında şöyle bildirilir. “Onun için bunlar kendilerine ne hatırlatıldı ne öğüt verildi ise onları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açtık; nihâyet kendilerine verilen o şeyler (o genişlik, o nimetler) yüzünden (tam şımarıp) ferahlandıkları vakit de onları ansızın tutup yakalayıverdik ve artık “onda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar.”[51]
              2. Bir kısım insanlar da nimeti mutlak varlıktan bilirler ve bu nimetle de yine ferahlanırlar. Bu kısım hakkında da Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir: De ki: Ancak Allah’ın fazl(u keremi) ile, rahmetiyle işte yalnız bunlar sevinsinler. Bu onların toplayıp durdukları (bütün dünyâlıkları)ndan hayırlıdır.[52]
              3. Bir kısım insanlar ise kalîl ve belki ekalli (az ve belki azın da azı) de nimeti sahibinden bilirler. Yine Mutlak Yaratıcıdan gaflet etmezler gönülleri, batınları her zaman Hakla meşguldür. Bunlar kibâr-ı evliyaullahtır.[53]

              İnsanlar Hevalarına galip olup olmamak bakımından üç kısımdırlar. Bir kısmı; Hevâlarına galib olarak zabtına almış onu daima ilahi Rıza’ya sarfetmekte kolaylık bulmuş kişilerdir. İkinci kısım ise Hevâsına galebe etmek üzere mücahadede bulunanlardır. Bunlar da kah Hevasına galip kah mağlup olarak sıdk ile mücahade ederler. Sonunda galip olup felah bulunurlar. Hevasına galip olanın her kemal’e layık olacağı şüphesizdir. Üçüncü kısım ise hevalarına mağlup olmuş ve hevâları kendilerini merkep etmiş olanlardır. Hevaları onları istediği gibi her yerde koştururlar. Onlar için Dünyada ve Ahirette mezellet ve rezaletten kurtulmak mümkün değildir.[54]
              Osman Bedreddin‘e göre insanın düşmanları ve kötü ahlaka yönelten şeyler, nefis, şeytan, hevâ, heves ve kötü arkadaştır. Bunlar hep insanın kötülüğüne ve davranışlarının yanlışa yönelmesine vesile olurlar.[55]

2. Manevi Temizlenişin Üç Merhalesi
Osman Bedreddin’e göre, manevi temizleniş tevbe ve inabe ile olur. Tevbe ve inâbe ise üç kısımdır:
1- Tevbe: Günah ve mâsiyetten tevbe
2- İnâbe: Mâsiva ve kötü ahlâktan kurtulmak için bir yol göstericiye uymaktır.
3- Evbe: Bu da ariflere, kamillere has olup tamamen masivadan ayrılmaktır. Kur’an-ı Kerim’de bütün peygamberler “Evvâb” kelimesiyle metholunmuştur.[56]

3. Ahlak-ı Zemime(kötü ahlak) Ağacını Budamak Değil, Kökünden Kesmek Lazımdır
Osman Bedreddin’e göre Ahlak filozofların bazılar ahlak-ı zemimeyi nefs ve enaniyeti, meyvesi zehirli bir ağaca benzetmişlerdir. Bir taife bu ağacın ıslahı için dallarını kesmekle meşgul olur. Halbuki böyle yapmakta fayda yerine zarar vardır. Budanan ağaç daha çok kuvvetlenir dal budak salar. Bu zümre ehl-i zahirdir. Meşguliyetleri zahir ibâdet ve tâattir.  Diğer bir zümre de vardır ki nefs, enâniyyet ve ahlak-ı zemîme ağacını kökünden kaldırmaya veya suyunu kesmeye çalışır. Cenâb-ı Hak bunları sever ve muvaffak eder. Bunlar ise Ehl-i Tarîkdir, Ehl-i Bâtındır. Bunlar zikir, fikir ve muhabbete devamla bâtınlarını temizler ve terbiye ederler. Böylece nefs ağacı tedricen ıslah edilmiş olur. Nefs, Rûha münkalib olur. İnsan da bu yolla Hz. Allah’a lâyık olur ve kurtulur.[57]

4. Hayânın En Yükseği Allah’dan Hayadır
Haya, ahlaki davranış olarak, Hak’dan ve halktan utanmak, arlanmak, akıl ve dine, medeni ve insani kanuna ters her türlü kabahatten nefsin utanması ve sakınması olarak tarif edilmiştir.[58] Osman Bedreddin hayayı şu örnekle açıklar. Cebrail (a.s) akıl, ilim hayâ’dan ibaret üç emanetle Âdem (a.s)’a gelir. Ve bu üç şeyden birinin ihtiyar buyrulmasını diğer ikisinin götürüleceğini söyler. Hz. Adem de (Akıl)’ı tercih eder. Cebrail (a.s) ilim ve hayâ’yı geri götürmek ister. Fakat ilim ve hayâ Cebrail (a.s)’a “Biz ilahi ferman mucibince akıl beraber bulunuruz, ayrılmayız” diye cevap verirler. Hz. Adem (a.s) seçimindeki isabetle her üçüne de malik olur. Şu halde aklı olanın ilmi de hayâsı da olur, demektir. Hayâ’nın en yükseği Allah’dan hayâdır.[59]

5. Bir Gönül Yapmak Hacc-ı Ekberdir
Osman Bedreddin de tıpkı diger mutasavvıflar gibi kötü ahlak arasında saydığı hususlardan biri olarak da kalp kırmayı görmektedir. Kalbin Kâabe’ye benzetilmesi Yunus’un şiirlerinde yerini almıştır. Osman Bedreddin bu konuda şu olayı nakletmektedir. İbn-i Abbas (r.a) Beyt-i Şerifi tavâf ederken; “Ey Beyt-i Muazzam, senin Allah’ın indinde pek ziyâde kadr ve şerefin olduğunu bilirim. Fakat bence seni yedi kere yıkmak, bir mü’minin gönlünü bir defâ yıkmaktan daha ehvendir” buyurmuştur.
Osman Bedreddin, müminin kalbini Beytullah’a ve Arş’a benzeterek şu tavsiyelerde bulunmaktadır: Bu gönül o gönüldür ki O’nun sahibi varlığından kurtulmuş. Hak hayatından bir hayât-ı bâki bulmuştur. “Kalbü’l-mü’min Beytullah” ve “Kalbü’l- mü’min Arşüllah” hadisi şerifleriyle vasfedilmiştir. Gönlü böyle olan gönüller çok nadirdir. Böyle olmayanların gönülleri değil nefisleri kırılır. Ehlüllâh hazerâtı hiçbir ferd’in hatırının kırılmamasına dikkat ederlerdi. Bizim de öyle yapmamız lazımdır. Mevlanâ şöyle buyurur:
“Dil bedest âver ki Hacc-i Ekberest
Ez-hezârân Kâ’be yek dil bihterest.
Kâ’be bünyâd-ı Halil-i Azerest
Dil nazargâh-ı Huda-i Ekberest.”[60]

Sonuç

Aslen Erzurumlu olup Harput'tan Anadolu’ya ışık saçan bu büyük insanın, ilmi, irfanı ve tefekkürü sayesinde Türk milletinin din, dil ve tarih şuurunun günümüze kadar ulaşmasında büyük katkıları olmuştur. Bugün memleketimizde onun Gülzâr-ı Saminî isimli sohbetlerinden oluşan eseri zevkle okunmaktadır.

Osman Bedreddin Erzurumî’nin gerek ilmiyle ve gerekse irfanıyla Osmanlı Devleti’nin son döneminde başta Ezurum’da olmak üzere Palu’daki Şeyhi Mahmud Saminî’den aldığı derslerle yetişmiş en önemli âlimlerinden biri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Sohbetname’yi esas alıp ilmi ve düşüncesi hakkında bir kanaat serdetmek gerekirse o da derin bir fıkıh, kelam, hadis ve en önemlisi de tasavvuf ilmine derin bir vukûfiyete sahip olduğu görülmektedir.

Özellikle eserlerinde üzerinde en çok vurgu yaptığı konuların başında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat düşüncesine bağlılık noktasındaki hassasiyeti gelmektedir Ayrıca onun ortaya koyduğu düşünceler hayatın tüm alanlarını kapsamaktadır.
Özellikle ibadet, muamelat ve Allah ile münasebetlerle ilgili düşüncelerini serdettiğini görmekteyiz.
Bu konularda öncelikle ayetler, sonra hadisler sonra sahabe ve daha sonra da din büyüklerinin müctehitlerin ve mutasavvıfların fikirlerinden örnekler verirdi. Osman Bedreddin fikirlerini kısa ve öz bir şekilde anlaşılır bir üslupla anlatmıştır.
Bunun yanı sıra, ele aldığı konuların önemini pekiştirmek amacıyla geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerinin hayatlarından ve örnek insanlarla, insan-ı kâmillerin hayatlarından örnek kesitler sunar ve dikkat çekici ve aydınlatıcı kıssalar anlatır.
Sohbetlerinin dili sade ve anlaşılır bir üslupta olup, muhataplarının dini bilgisi hangi seviyeden olursa olsun her kesimden insanın bilgisine hitab eden bir tarzdadır.
Osman Bedrettin hayatı boyunca İslâmi Hayat tarzını benimsemiş, etrafındakilere de İslâm’ın ruhunu anlatan öğütler ve dersler vermiştir. Özellikle eserlerinde Allah, Allah için yaşamak, Hak’ka teslimiyet, nefse-şeytana muhalefet etmek, dünya – ahiret dengesini kurmak gibi konuları işlemiştir.

Müstakil bir tasavvufi veya felsefi ekol sahibi olmamakla beraber, Nakşi Yolunun kollarından olan Saminî yolunu devam ettirmiştir.
Çağı dışlayıp gerisinde kalma gibi bir durumu olmayan Osman Berdreddin’in zamanını iyi anlayıp insanların istek ve arzularının ne olduğunu iyi bilen ve bunu iyi değerlendiren biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Osman Bedreddin yaşadığı dönemde toplumdan ayrı ve kopuk biri olarak yaşamamıştır.
Onun fikirlerinin, doğum yeri olan Erzurum’da da yayılması ve tanınmasına katkısı olması amacıyla hazırlanmış olan bu kısa çalışmanın Osman Bedreddin Erzurumî hakkında bundan sonra yapılacak araştırmalara ışık tutmasını ve Erzurum’da da tanınmasını temenni ediyoruz.

[1]               Osman Bedreddin Erzurumi’nin hayatı hakkında pek çok şahıstan istifade ettik. Bunlardan kısa bir süre önce vefat edenler de bulunmaktadır. Bunlardan bir kaçı şunlardır: Halen hayatta olan oğlu Ziyaeddin Uz, Osman Bedreddin’in eserini derleyen Cemalettin Emiroğlu(öl. 2003). Osman Bedreddin’in yakın arkadaşı Mustafa Naci’nin oğlu Abdullah Demirel. (Ayrıca Osman Bedreddin Erzurumi Hakkında Yüksek Lisans Tezi ( FÜSBE, Elazığ 2003) hazırlayan öğrencimiz Ülkü Yerebasan’ın da katkılarını burada zikretmek yerinde olacaktır.)
[2] Seyyid Ahmed Merami, uzun, ince boylu, beyaz sakallı ve mübârek bir zât olup, Erzurum'a vardığında, Hasankale'nin Ebulkasım köyüne gidip, bu köyün imamlık vazîfesini üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevilip, sayıldı. İlmi ve şöhreti kısa zamanda bütün çevreye yayıldı. Bu arada kendisine rehberlik edecek bir hoca arayan Osman Bedreddin, o zâtın ismini ve medhini duyunca, Ebulkasım köyüne gider. Bir namaz vaktinde câmide buluşurlar. Seyyid Ahmed Merâmî bu gencin, kendisine yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu anlamış olmalı ki namazdan sonra; "Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!" dedi. Bu duruma çok şaşıran Osman Bedreddîn elini öper ve kendisinden ders almak istediğini arzeder. Bu arzusuna; "Buhârâ'dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?" cevâbını verir. Sonra Birlikte Ahmet Merami’nin evine giderler. Aralarında geçen konuşmalar esnasında Osman Bedreddin’in derin bir bilgi birikimine sahip olduğunu anlar ve ona şöyle söyler; "Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, netîcede insanı Hakk'a ulaştırır. İlmin muhtelif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim, tasavvuf ilmidir. Meâlen; "Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" (Tevbe sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsîrine göre hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık'ını unutmazsa bitmez tükenmez nîmetlere kavuşur. Bu mânânın tekâmül (gelişmesi) ve tesânüdü (dayanağı) ise, huzûrdur. Huzûr, Allahü Teâlâyı hiç unutmamak demektir." Hâfız Osman Bedreddîn'in bunları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve meylini iyice anlar. Aralarında vardıkları karara göre her gün Ebulkasım köyüne gelecek ve ders alacaktır. Bundan sonra Osman Bedreddin, her gün Erzurum'dan Ebulkasım köyüne gidip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki, Erzurum ile Alvar köyü arası üç saatlik mesafe idi. Gece yarısı kalkıp yola düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Ebulkasım köyüne gider ders alırdı. Erzurum’dan bu köye gidiş gelişlerdeki çektiği zorluklara aldırmadan yıllarca her gün Ahmet Meramî’nin derslerine devam etmiştir.
             
http://www.sufism.20m.com/bedreddin.htm,
[3]. Osman Bedreddin Erzurumî, Gülzar-ı Sâminî,(Sohbetler) I-II, İstanbul 1994 C. I, A. Fevzi Özçimi’nin yazdığı takdim yazısı s.29 (Bu çalışmamızda bu eseri esas alıp fikirlerine yer verdik. Bundan sonra bu eser Sohbetler adıyle geçecektir.); Osman Bedreddin, Erzurumî, Sohbetname, 1-2-3, Naşir, Cemalettin Emiroğlu, Ankara 1983, (önsöz) s.11-15;  Ziyaeddin Uz, 1920 doğumlu, Osman Bedreddin’in ikinci eşinden küçük oğlu olup halen sağdır. Elazığ’da ikamet etmektedir.
[4] 93 Harbi olarak da tarihe geçen 1887–1878 yıllarında Osmanlılarla Ruslar arasında meydana gelen bir savaştır. Osmanlı devleti III. Selim den itibaren idari, askeri, mali, ekonomik ve eğitim alanlarında yaptığı reformlarla toparlanmaya çalışmış ise de liberalizm ve milliyetçilik akımının etkisiyle, ülkedeki çalkantıların sonu bir türlü gelmiyordu. Avrupa devletlerinin tahrik ve teşviki ile XIX. y.y. başından beri şiddeti gittikçe artan dini, ırkî ve milli mahiyetteki isyan hareketleri Babıâli’nin nüfusunu ve hakimiyetini balkanlarda iyice zayıflatmış ve kırmıştı.  Nitekim Yunanistan 1929’da bağımsızlık ve Osmanlı devleti aleyhine genişlemeye çalışırken diğer Hristiyanlar özerklik ve ıslahat peşinde koşuyorlardı. Osmanlı devleti Balkan Meselesiyle uğraşırken iç işlerinde rahat değildi. 30 Mayıs 1876 da bir ihtilalle Abdüllaziz tahtan indirilmiş yerine V. Murat tahta çıkarılmıştı. Üç ay sonra tahttan indirilerek II. Abdülhamid padişah ilan edildi. (31 Ağustos 1876); Öztuna, Yılmaz, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1994  (I-XII) C. V, s. 134; Akşın, Sina, Osmanlı Devleti (1600-1908) Türkiye Tarihi,  İstanbul  2000 C.III, s.155; Kodaman, Bayram, Osmanlı Siyasi Tarihi (1876-1920) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi içinde C. XII, s. 137; Osmanlı bu sıkıntılarla uğraşırken Ruslar, Balkanlardaki Slavların haklarını koruma bahanesiyle bağımsızlık vadettiği Romanya’nın topraklarını 24 Nisan 1877’de geçerek Osmanlı devletine savaş açtı. Balkan cephesi ve Anadolu cephesi olarak savaş iki yönden başladı.  Balkan cephesinde Gazi Osman Paşa Ruslara karşı büyük bir zafer kazandı. Anadolu cephesinde ise Gazi Ahmet Muhtar Paşanın gayretiyle büyük bir mücadele verildi.  Ayastefanos antlaşması ile ateşkes yapıldı. Ancak şartları ağır olduğu için Berlin Antlaşması imzalandı.93 harbi ile Berlin antlaşması Osmanlı devleti için sonun başlangıcı olmuştur. Bununla birlikte artık devletin fiilen paylaşılması süreci başlatılmış ve buna Avusturya ve Rusya’dan sonra İngiltere de katılmıştır. Kodaman, a.g.e., C.XII, s.150.
[5] Gazi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Muhammedî'yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâverlerine emretti. Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum'un Abdurrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sükûtî Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın; "Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor" diyordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm."
   
http://www.sufism.20m.com/bedreddin.htm,
[6] Erzurumî, (önsöz) C. I, s. 29.
[7] Şeyh Ali Sebdi Efendi; Mardin’in Savur ilçesine bağlı “Kırkdirek” köyündendir. Doğum tarihi 1202 olarak rivayet edilir. Ancak kesin değildir. Babasının ismi Süleyman dır. ilk derslerini babasından almış sonra yörenin tanınmış hocalarından ders almıştır. Köyünde medrese hocalığı yapmıştır. Abdullah Dahlevi’nin  emriyle Şam’a giden Mevlana Halid-i Bağdad-i Ali Sebdi Efendi’yi beraberinde götürür. Ali Sebdi Şam’da on bir yıl şeyhine hizmet ettikten sonra icazetini alır. Palu’da görevlendirilmiştir. Palu’ya yerleşir. Burada 45 yıl kalarak halkı, irşad eder. 1871 yılında vefat eder. Arkasında Şeyh Saminî Efendi’yi bırakır. Nakşî tarikatı bölgeye ilk defa Ali Sebdi Efendi ile girmiştir. Osman Bedreddin’in hocası Saminî Efendinin hocasıdır.
[8] Şeyh Mahmut Saminî, aslen Elazığ’ın Palu ilçesinin eski adı Huh yeni adı Beyhan olan beldesindendir. Kesin olmamakla birlikte doğum tarihi 1812 yılı olarak rivayet edilir.  Tasavvufi eğitimini Nakşi Şeyhi Ali Septi Efendinin yanında tamamlamıştır. “Saminî” sıfatını tarikat geleneğine uygun olarak gelmiştir. Saminî sekizinci anlamına gelir. Şeyh Ali Septi Efendinin sekizinci halifesidir. Saminî pek çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar Osman Bedreddin, Mustafa Naci Efendi, Miyadın’lı Mehmet Efendi gibi mutasavvıflardır. Şeyh Saminî  1895 yılında vefat etmiştir. Mezarı Palu’da’dır. Saminî efendi, halifesi Osman Bedreddin’e  şu nasihatlerde bulunmuştur.
“Hafız, ne söylersen söyle, hep kitaptan konuş. Bunda iki faide vardır. Birincisi; Sen aradan çıkmış olursun, böylece kendine gurur da gelmez İkincisi; Biri itiraz ederce başkasının sözü olduğu için nefsin araya girmez. Bu suretle hiddet ve can sıkıntısına düşmezsin.” Aydoğmuş, Günerkan, Harput Kültüründe Din Alimleri, Elazığ, 1998, ELESKAV, s. 111-113.
[9]               Osman Bedreddin Erzurumi’nin Yaşadığı Dönemde Harput’ta bir çok ilim sahibi âlim bulunmaktaydı. Bunlardan büyük bir kısmı da Osman Bedreddin’e intisaplı idiler. Bunlardan bir kaçını burada zikretmek yerinde olacaktır.
                            Müderris Hüseyin Efendi; Elazığ’ın Ağın ilçesinden olup Harput’ta Kamil Paşa medresesinden mezun olduktan sonra İstanbul’a giderek tahsiline Beyazıt Medresesine devam eder. Daha sonra Burada “Devriye Müderrisliği” görevine getirilir. Bir süre sonra Ayasofya Camiine vaiz olarak atanır. Vaazları insanlar tarafından çok ilgi çeker. İstanbul’un âlimleri ve seçkin kişiler Cuma günü onu dinlemeye gelirler.  Elazığlılar da akın akın bu camiye gelirlerdi.  Padişahın yakın adamı Hacı Ahmet Paşa tarafından saraya çağrılır. Bu ara saray erkânında vaaz ve nasihatlar da bulunur. Babasının isteği üzerine Ağın’a döner. Hacı Ali Paşa’nın yardımıyla Ağın’da bir medrese açılır. Hüseyin Efendi de bu medresenin müderrisi olur. Bu medreseye Ali Paşa Medresesi ismi verilir. Hüseyin efendi’nin Osman Bedreddin ile karşılaşmaları,  Osman Bedreddin’in Ağın ziyareti sırasında müridi olan Hasip Bey vesilesiyle olmuştur. Hüseyin Efendi, Osman Bedreddin’e çok zor sorular sorar.  Osmen Bedreddin, bu soruları kolaylıkla cevaplar.  M. Hüseyin Efendi, Osman Bedreddin’e intisab eder. Bundan sonraları Osman Bedreddin, Ağın’dan Kemaliye’ye geçerken her seferinde müderris Hüseyin Efendi’yi yanına alırdı.
                            Hacı Tevfik Efendi; 1864 yılında Harput’ta doğmuştur. İlk tahsilinden sonra medreseye devam etmiştir. Harput’un ileri gelen âlimlerinden ders alır. Tasavvufa Nakşî tarikatını seçerek Nakşî Şeyhi Mahmut Saminî’ye intisab eder. Saminî efendi’nin ölümü üzerine Osman Bedreddin’e ve Alay müftüsü Hacı Said Efendi’ye gider. Onlardan ders alır. Hacı Tevfik Efendi Harput’a yerleşince Osman Bedreddin onun yanından ayrılmaz. Birlikte idadide tefsir ve hadis dersleri vermeye başlarlar. 1951 tarihinde vefat eder. Harput’un son ulemasıdır. Kabri Harput’tadır.
                            Müftü Mehmet Kemalettin Efendi;  1867 yılında Harput’ta doğmuştur. Babası Harput’un sayılı âlimlerinden olan Hacı Abdulhamit Efendi’dir. On yaşında iken babasının isteği üzerine ramazan ayında Kuran-ı Kerim’i ezberler. Önce Cevheriye Medresesini, sonra Kamil Paşa Medresesini bitirir. Babasının yerine Kamil Paşa medresesine müderris olur. Bunun yanı sıra Sara Hatun caminde vaizlik ve ders-imamlığı görevlerini yürütür. İstinaf mahkemeleri üyeliği ve Mamüratü’l Aziz müftülüğü yapar. Harputta açılan Darülhilafe de (yüksek okul), hadis, usul ve fıkıh dersleri verir Hastalığı nedeniyle İstanbul da bulunduğu sırada Osman Bedreddin’i rüyasında görür. Harput’a dönünce Osman Bedreddin’e intisab eder. 2 Şubat 1939 tarihinde vefat eder.
                            Semerci Hoca (Feyzi Çiftçi); 1890 yılında Harput’ta dünyaya gelmiştir. İlk derslerini müderris Halil verir. Medrese tahsilini tamamlayamadan vatani görevini yapmak üzere İstanbul’a gider. Askerlik dönüşü bir müddet Osman Bedreddin’in sohbetlerine katılır. Onun vefatı üzere hacı Tevfik Efendi’ye intisab eder. Semercilik yapmasından dolayı “semerci” lakabını alır. Semerci hoca, Arapça, Sarf, Nahiv, Gramer, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, akaid gibi konularda kendisini iyi yetiştirmiştir. Önce imamlık daha sonra vaizlik yapmıştır. 1969 yılında vefat etmiştir.
                            Miyadınlı Mehmet Efendi; 1838 yılında eski adı “Miyadın ” olan Yemişlik köyünde dünyaya gelmiştir. Genç yaşta Palu’da bulunan Şeyh Mahmud Saminî’ye intisab eder. Bu hocadan dersler almaya başlar. Üstün ahlak ve bilgisi sayesinde hicri 1286  yılında hocası Mahmut Saminî’den icazet alarak halkı irşad eder. 1913 veya 1918 yıllarında ölmüş olduğu söylenir.
                            Kâzım Efendi; Aslen Harputlu’dur. Osman Bedreddin’in halifelerindendir. 1894 yılında Harput’ta doğmuştur. Osman Bedreddin’den dersler almıştır. Osman Bedreddin’e intisab ederek sohbetlerine devam eder. Osman Bedreddin’e ve Mustafa Naci Efendi’ye çok bağlıdır. İcazetini Osman Bedreddin’den almıştır. Daha sonraları Elazığ’a yerleşmiştir.  Sohbetlerine burada devam etmiştir.  1967 yılında vefat etmiştir.  Elazığ’da ki Nakşi kolunun son şeyhidir. Bu halka şöyledir.  Şeyh Ali Sebdi, Mahmut Saminî,  Osman Bedreddin, İrfan Oğlu Hoca Saadettin Efendi ve halen hayatta olan Halid Çakmak’tır.
                            Hacı Sadettin Efendi; Aslen Harput’ludur. Alim bir aileden gelir. Babası hafız ve hocadır.  İlk tahsilini babasının yanında, babasının vefatından sonra dedesinin yanında yapmıştır. Daha sonra Osman Bedreddin’e intisab etmiş ve Osman Bedreddin’in müridlerinden olmuştur. Osman Bedreddin’den icazet almış bir çok kişiyi yetiştirmiştir. Tilenzit köyünde 36 yıl imamlık yapar. Yetişmesinde Osman Bedreddin’in etkisi büyüktür. Onun ölümünden sonra Kazım Efendi’nin sohbetlerine devam eder. 29 Ekim 1968 de vefat eder. Vasiyeti üzere Harput’a hocası Osman Bedreddin’in türbesinin bitişiğinde defnedilir. Bkz.: Aydoğmuş, a.g.e., s. 49-52,57-59, 65-67, 111-113, 157-160, 163-164.
[10] Osman Bedreddin yakınlarına bıraktığı vasiyetini burada zikretmek istiyoruz.
              Ey benim evlâd, birâder ve akrabâlarım! İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim! Benim Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma Cenâb-ı Hak şâhidimdir.
              Lütuf ve ihsânına karşı Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü Teâlâ’nın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum.
              Allahü teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah. Allahü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed Aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü teâlâ vardır. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O, her şeye kâdirdir.
              Sizden Allahü teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum. "Allahü teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek sûretiyle) bütün günahları affeder." (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına kavuşmayı ümid ederek gidiyorum. Evliyâullahın, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Behâeddîn Buhârî, pîrim Mevlânâ Hâlid, Şeyh Ali S ebtî, hocam Mahmûd Sâminî ve babamın mânevî yardımlarını ve Allahü Teâlâ’nın katında bu fakîre şefâatçı olmalarını ihsân ve ikrâmlarından ümîd ederim. Vefât ettiğimde üzerime Kur'ân-ı kerîm okuyunuz. Allahü teâlâ bu âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin! Âmin.

1 yorum:

  1. Dünyada beraberlik nasip olmadı.Allah CC ahirette nasip eylesin inşallah.AMİN...

    YanıtlaSil